Fenomenoloji, modern bilim anlayışına yönelik köklü bir eleştiridir. Özellikle pozitivist bilim anlayışını hedef alır. Pozitivist yaklaşıma göre bilim, nesneleri ölçülebilir, gözlenebilir ve sayılabilir yönleriyle ele almalı, böylece nesnel bilgiye ulaşmalıdır.
Edmund Husserl kimdir?
Fenomenoloji, özne ile nesne ilişkisini temele alan bir düşünce biçimidir. Özellikle 20. yüzyılın başlarında Edmund Husserl tarafından sistematik olarak geliştirilmiştir. Edmund Husserl, 1859-1938 yılları arasında yaşamış, Çek, Avusturya ve Alman vatandaşı olan bir Yahudidir. Leipzig, Viyana, Halle, Göttingen ve Freiburg gibi kentlerde akademik faaliyetlerde bulunmuştur. Düşünceleri Brentano, Descartes ve Kant’tan etkilenmiştir. Kendisi ise Heidegger, Sartre, Merleau-Ponty ve Levinas gibi önemli filozofları etkilemiştir. 40’lı yaşlarına dek mantık/matematik filozofu olan Husserl, o dönem öğrencileri olan Georg Cantor, R. Carnap, Gilbert Ryle’ın hocalığını yaparak bugünün analitik felsefesine de önemli katkılarda bulunmuştur. 54 Yaşında yazmış olduğu Ideen (1913) eseriyle beraber, felsefeyi teknikten ayırarak anlam ve dünyadaki nesnelerin formları arasındaki sistematik korelasyonu ele alır ve bugünün fenomenolojisini kurar.
Fenomenoloji, modern bilim anlayışına yönelik köklü bir eleştiridir. Özellikle pozitivist bilim anlayışını hedef alır. Pozitivist yaklaşıma göre bilim, nesneleri ölçülebilir, gözlenebilir ve sayılabilir yönleriyle ele almalı, böylece nesnel bilgiye ulaşmalıdır. Bunu açmak için önce fenomenolojinin ne menem olduğuna bakalım.
Nedir bu fenomenoloji?
Fenomenoloji, yalnızca bir yönteme indirgenemeyecek kadar köklü bir düşünme biçimi, ama aynı zamanda yalnızca düşünsel bir yönelim de olmayan sistematik bir yöntemdir. Bu çift yönlü yapı, onu modern felsefede hem dönüştürücü kılar hem de birçok yanlış anlamaya açık hâle getirir. Husserl’in kurucusu olduğu fenomenoloji, felsefeyi kesin bilgiye dayanan bir disiplin olarak yeniden inşa etmeyi amaçlar. Bu hedef doğrultusunda, felsefenin temel sorusunu yalnızca “neyi biliyoruz?” olarak değil, “nasıl bilinir kılınıyor?” şeklinde yeniden kurar. Böylece, modern düşüncenin temeline yerleşmiş olan özne–nesne ayrımını sorgularken, bilginin koşullarını da yeniden düşünmeye çağırır.
Fenomenolojiye göre bilinç her zaman bir şeye yöneliktir; boş ve nesnesiz bir bilinç yoktur. Bu yönelimsellik, intentionality (intensiyonellik/ yönelimsellik) kavramıyla ifade edilir. Deneyim, bilinçli öznenin bir nesneye yönelmiş hâlidir. Bu bağlamda fenomenolojik yaklaşım, bilinci ve onun nesnesiyle kurduğu ilişkiyi çözümlemeye çalışır. Bilinç, yalnızca düşünen bir zihin değil, aynı zamanda dünyada bedensel olarak yer alan bir varlıktır. Fenomenoloji, bu nedenle yalnızca düşünsel bir çözümleme değil; bedeni, alışkanlıkları, sessiz ve önceden düşünülmemiş deneyimleri de felsefenin konusu hâline getirir.
Husserl'in fenomenolojik yöntemi, bilinç deneyimlerini çözümlemeye dayanır. Bu çözümleme sırasında iki temel bileşen ayırt edilir: noesis ve noema. Noesis, bilinç ediminin tarzını –örneğin algılama, hatırlama ya da hayal etme gibi yönlerini– ifade ederken; noema, bu edimle kavranan içeriği, yani bilinçte temsil edilen şeyi ifade eder. Ancak bu ilişkiyi anlamak için önce gündelik varsayımları, önyargıları ve alışılagelmiş düşünme tarzlarını bir kenara bırakmak gerekir. Bu noktada fenomenolojik yöntemin temel hareketi olan epokhe devreye girer. Epokhe, dünyaya ilişkin alışıldık kabullerin askıya alınması anlamına gelir; böylece bilinç, nesneleri yalnızca göründükleri hâlleriyle, dolaysızca inceleme fırsatı bulur.
Bu yönüyle fenomenoloji, yalnızca tanımlayıcı bir yöntem değildir; aynı zamanda varlıkla, benlikle ve dünyayla kurulan ilişkinin nasıl mümkün olduğunu sorgulayan bir düşünce tarzıdır. Descartes sonrası felsefede belirginleşen özne-nesne ayrımının sınırlarına işaret ederken, deneyimin kendisini temel alan bir bilgi anlayışı sunar. Bu bağlamda, “şeylerin kendisine dönme” çağrısı, yalnızca felsefi bir slogan değil, düşüncenin yöntemsel ve varoluşsal bir dönüşümüdür.
Husserl'e göre modern bilim, ölçülebilir olanı temel alırken, yaşanan dünyanın yani Lebenswelt’in zenginliğini göz ardı etmiştir. Bu yalnızca bilimlerin içsel bir sorunu değil; insanın dünyayla ve kendi varlığıyla kurduğu ilişkinin anlamını yitirmesi anlamına gelir. Bilim, kendi özbilincini kaybetmiş; insanlık ise yaşadığı dünyada köksüzleşmiştir.
İşte bu nedenle fenomenoloji yalnızca bir yöntem değil; düşüncenin ve bilginin temellerini, hatta felsefeyle kurduğumuz ilişkiyi dönüştürmeye çağıran bir tutumdur. Felsefeyi yeniden kurmak, bu köklü krizle yüzleşmek ve bilginin, anlamın, benliğin kökenlerini yeniden düşünmekle mümkündür. Bu dönüşüm, bizi yalnızca düşünmeye değil; yavaşlamaya, durmaya ve görmeye davet eder.
Kriz meselesine giriş
Edmund Husserl'in “kriz” kavramı, yalnızca felsefi bir sorun değil, aynı zamanda modern Avrupa’nın entelektüel ve kültürel yapısına yönelik radikal bir eleştiridir. Bu kavram, özellikle onun Avrupa Bilimlerinin Krizi ve Transendental Fenomenoloji (1936) adlı geç dönem eserinde sistemli olarak ele alınır. Husserl'e göre, modern Avrupa düşüncesi bir “kriz” içerisindedir; bu kriz, yalnızca bilimlerin ya da felsefenin teknik başarısızlıklarıyla değil, insanın kendisini ve dünyayı anlamlandırma yetisinin kaybıyla ilgilidir. Yanılmış da değildir, Husserl’in “Avrupa bilimlerinin krizi” kavrayışı, yalnızca teorik bir bilgi sorunu değildir; aynı zamanda kültürel, tarihsel ve toplumsal bir bunalımı işaret eder. Kriz ile kastettiği, modern bilimlerin olağanüstü teknik başarılarına rağmen, insanın varoluşuna dair en temel sorulara cevap veremez hâle gelmesidir. Özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda bilim, doğayı hesaplanabilir, ölçülebilir ve öngörülebilir bir nesne olarak kavramsallaştırmış, böylece pratik hayatta büyük ilerlemeler sağlamıştır. Ancak bu gelişme, bilimin yalnızca teknik ve araçsal bir güce indirgenmesine yol açmıştır.
Husserl, I. Dünya Savaşı’nın yıkımı ve sonrasında yaşanan toplumsal travmaları, bu krizin en açık örneği olarak görür. Bilim ve teknoloji, insanlığın yararı için kullanılmak yerine, savaşın daha yıkıcı hâle gelmesine hizmet etmiştir. Demiryolları, kimya, mühendislik ve iletişim gibi bilimsel buluşlar insanlığa refah sağlamak yerine kitlesel ölümlerin ve yıkımın aracına dönüşmüştür. Bu durum, bilimin kendiliğinden insanlığın ilerlemesine yol açacağına dair iyimser inancı derinden sarsmıştır.
Bu bağlamda “kriz”, yalnızca bilimin içsel yapısına ilişkin değil, aynı zamanda bir uygarlığın yönünü kaybetmesiyle ilgili bir kavramdır. Husserl için “Avrupa” sözcüğü coğrafi bir tanımdan çok, aklın ve eleştirel sorgulamanın bir ideali anlamına gelir. Avrupa kültürünün özü, kendini sürekli sorgulama ve rasyonel temellere dayandırma yetisidir. Ancak modern bilim, bu ideali sürdürmek yerine kendi köklerini, yani insanın öznel yaşantısını ve anlam dünyasını göz ardı etmiştir.
Bilimin teknik başarısı arttıkça, insana dair sorular ikinci plana itilmiş; “nasıl” sorusu öne çıkarken “neden” sorusu geri planda kalmıştır. İnsan için en temel olan, yaşamın anlamı, etik değerler, özgürlük ve varoluşun yönü gibi sorular, bilimsel söylemin dışında bırakılmıştır. İşte Husserl’in “kriz” kavramıyla işaret ettiği tehlike budur: bilimsel ilerlemenin insanın kendi anlam dünyasıyla bağını koparması.
Sonuçta kriz, ne yalnızca bilimlerin metodolojik bir daralmasıdır ne de yalnızca politik aktörlerin bilimi kötüye kullanmasıdır. Kriz, daha derin bir anlam kaybıdır. Modern insan, bilimin sunduğu nesnel bilgilere sahip olsa da, varoluşuna yön verecek bir “anlam ufku”ndan mahrum kalmıştır. Husserl’in çözüm önerisi, bilimi yaşam dünyasıyla yeniden ilişkilendirmek ve fenomenoloji aracılığıyla bu unutulmuş temeli görünür kılmaktır. Böylece Avrupa kültürünün kendi idealine, yani rasyonel öz-sorgulama ve özgürleşmeye dayalı ruhuna yeniden kavuşması mümkün olacaktır. Bu özetle, üç temel düzlemde ortaya çıkar: bilimlerin krizi, yaşam dünyasının kaybı ve felsefi kriz. Her biri birbirine bağlıdır ve insanın anlam üreten bir varlık olarak merkezden uzaklaştırılmasıyla sonuçlanır.
Bilimlerin krizine göre, modern bilim doğayı yalnızca nicel, ölçülebilir ve formüle edilebilir bir şey olarak kavramaya başlamıştır. Galileo ve Newton’dan itibaren şekillenen bu anlayış, dünyayı sayılarla ifade edilebilen bir nesneler bütünü hâline getirmiştir. Bu sayede teknik ilerlemeler sağlanmış olsa da, insanın dünyayı yaşantı temelli kavrama yetisi zayıflamıştır. Bilim artık anlamdan değil, işlevden ve ölçülebilirlikten yanadır. İnsanın neye inandığı, ne için yaşadığı, değer, etik, özgürlük gibi meseleler dışlanmış; bilgi yalnızca nesnel verilere indirgenmiştir.
Bu krizin en görünür etkisi, insanın yaşam dünyasını (Lebenswelt) kaybetmesidir. Yaşam dünyası, deneyimlediğimiz canlı, kişisel, dolaysız gerçekliktir. Ancak bilim, bu dünyayı arka plana atarak her şeyi nesnelleştirir, standartlaştırır ve hesaplanabilir hâle getirir. Böylece insan, içinde yaşadığı dünyayı artık bir “ev” gibi değil, anlamsız bir uzay gibi deneyimlemeye başlar. Dünya yabancılaşır; insan, kendi anlam üretme potansiyelinden kopar.
Bu süreçte yalnızca bilim değil, felsefe de krize sürüklenmiştir. Husserl’e göre felsefe, modern dönemde kendi temel sorularından uzaklaşmış; teknik uzmanlık alanlarına bölünmüş, sistemler ve ekoller arasında dağılmış, yön gösterici işlevini yitirmiştir. Antik Yunan’dan beri insanın kendisini ve dünyayı anlama çabası olan felsefe, artık insanlık için bir pusula olmaktan çıkmıştır. Göreli doğrular, birbirinden kopuk düşünce gelenekleri ve çözümden çok sorun üreten yöntemler içinde kaybolmuştur.
Bu krizin felsefi temellerinden biri de Kartezyen düalizmdir. Descartes’in özne-nesne ayrımı, bilinci dünyadan ayırarak, düşünceyi bedenden, anlamı yaşantıdan koparmıştır. Böylece hem bilim hem de felsefe, insan deneyiminin bütünlüğünü parçalayan bir çerçeveye hapsolmuştur. Husserl bu kopuşu yalnızca bir teorik hata değil, varoluşsal bir sapma olarak görür.
Sonuç olarak Husserl’in “kriz” dediği şey, hem bilimlerin anlamdan kopması, hem de felsefenin bu krize cevap verememesidir. Bu kriz, insanın kendini ve dünyayı anlamlandırma yollarını kaybetmesidir. Dolayısıyla felsefenin temel görevi, bilimi anlamla yeniden buluşturmak, insanın dünyaya dair köklü sorularını yeniden sorabilir kılmak ve yaşantının bütünlüğünü felsefi zeminde geri kazandırmaktır.
İşte bu sorunsalının kalbinde, felsefenin kendi doğasının ne olduğu sorusunu açmak mecburiyet haline gelir. Peki felsefe, bilimin karşısında nerede durur? Ya da daha temelde sorarsak: Felsefe bilim midir?
Felsefe Bilim midir?
"Evet, felsefe bilimdir" demek, ilk bakışta oldukça iddialı ve yerleşik bilim anlayışlarıyla çelişen bir önerme gibi durabilir. Ancak bu cümle, özellikle Edmund Husserl’in felsefi mirası içinde düşünüldüğünde, sıradan bir sınıflandırmadan fazlasını ifade eder. Bu soruya verilecek cevap, yalnızca felsefenin statüsüne dair değil; aynı zamanda bilginin, anlamın ve insanın dünyayla kurduğu ilişkinin nasıl kavrandığına dair derin bir sorgulamayı da beraberinde getirir. Felsefe, Husserl’e göre, bilimdir ama doğa bilimleriyle aynı türden bir bilim değildir. Onun ‘bilim’ anlayışı, metodolojik kopyacılıktan çok, bilgiye dair en temel soruların sorulabildiği bir düşünme etkinliğini imler.
Bilimin nesnellik iddiası, modern bilim anlayışının temel direklerinden biridir. Galileo’dan Newton’a uzanan çizgide doğa, matematiksel yasalarla ifade edilebilen, nicel ölçümlere indirgenebilir bir “şey” olarak kurgulanmıştır. Husserl’in Kriz’de işaret ettiği mesele de tam burada ortaya çıkar: Doğa, yalnızca sayılarla temsil edilen, formüllerle açıklanabilen bir alan olarak kavranmaya başlanınca, insanın doğayla olan dolaysız ve yaşantısal bağı gözden kaybolur. Yani bilimin nesnellik iddiası, aslında belirli bir öznel seçimin —doğayı nicel ölçülerle anlamaya dönük bir tercih—ürünüdür. Husserl bunu “matematiksel doğa tasarımı” olarak adlandırır ve bunun, bilimlerin ön koşulu olmasına rağmen bir mutlaklık iddiasına büründüğünü eleştirir.
Fenomenoloji bu noktada “nesnelliğin” kendisini kökenden sorgular. Çünkü fenomenolojiye göre nesnellik, bilinçten bağımsız, aşkın bir hakikat olarak hazır bulunmaz; tersine, öznel deneyimlerden ve bilinç yapılarından hareketle kurulur. Başka bir deyişle, öznel deneyim olmadan nesnellikten söz etmek mümkün değildir. Nesnellik dediğimiz şey, çoklu öznel bilinçlerin “intersubjektif” bir düzlemde birbirine onay vermesiyle oluşur. Husserl’in ifadesiyle, yaşantı dünyası (Lebenswelt) bilimlerin de zeminidir; bilim, yaşantı dünyasını silip atamaz, çünkü bilimsel modeller dahi önce insanın dünyayla kurduğu öznel ilişkilere dayanır. Husserl’in perspektifinden bakıldığında, bilimsel nesnellik ile fenomenolojik olarak temellendirilmiş nesnellik arasında iki farklı düzlem vardır. Bu çerçevede bilimsel nesnellik ile fenomenolojik nesnellik arasında iki farklı yaklaşım ortaya çıkar: Bilimsel nesnellik, ölçüm aygıtlarının, matematiksel formların ve deneysel yöntemlerin ürettiği, “herkes için geçerli” olma iddiasına sahip bir düzlemdir. Ancak fenomenolojik nesnellik, öznel deneyimin yapısını bastırmaz; bilakis, bu öznel deneyimlerin paylaşılırlığı üzerinden kurulur. Bir teleskopla yıldız gözlemi yaparken ortaya çıkan veriler, teleskopu kullanan öznenin algısal deneyimine, tarihsel olarak geliştirilmiş teknolojilere ve kavramsal çerçevelere dayanır. Dolayısıyla, bilimsel “nesnellik” dediğimiz şey, öznel temelden bağımsız değildir; yalnızca bu temeli görünmez kılar.
Bu farkı biraz daha canlı kılmak için, bir diyalog kuralım:
Pozitivist (P): Nesnellik, bilimin en büyük gücüdür. Ölçüm araçlarıyla yaptığımız deneyler, bireysel öznelerin yanılgılarından kurtulmamızı sağlar. Bir taşın ağırlığı, benim ya da senin algına göre değişmez; bilimsel yöntem sayesinde herkes için geçerli bir değer buluruz. İşte bu nesnelliktir.
Fenomenolog (F): Ama o taşın ağırlığını belirlemek için önce onu bir “nesne” olarak deneyimlemiş olmamız gerekir. Taş, önce elime değen, sertliğini hissettiğim, bana belli bir direnç gösteren bir şeydir. Bu deneyim olmadan ölçümden söz edemezsin. Ölçüm, öznel deneyimin üzerine inşa edilir.
P: Doğru, ama ölçüm tam da bu öznel deneyimlerin ötesine geçmeyi sağlar. Senin hissettiğin sertlik ya da ağırlık kişiden kişiye değişebilir, ama Newton yasalarıyla formüle ettiğimiz kuvvet, herkes için aynı geçerliliğe sahiptir.
F: İşte Husserl’in eleştirisi de burada. “Herkes için aynı geçerlilik” dediğin şey, aslında öznel deneyimlerin silinmesinin sonucudur. Oysa bilim, yaşantı dünyasından türemiştir. Taşı “kütle” olarak kavramsallaştırabilmen bile, onu önce bedeninle deneyimlemiş olmandan gelir. Dolayısıyla bilimin nesnellik iddiası, kendi kökenini gizler.
P: Yani sen bilimi öznel temele mi indirgemek istiyorsun? Bu durumda nesnel bilgi diye bir şey kalmaz.
F: Hayır, indirgemek değil. Sadece şunu söylüyorum: Nesnel bilgi, öznel deneyimin yönelimselliğine dayanır. Nesnellik, öznellikten kaçış değildir; tersine, çoklu öznelerin deneyimlerinin ortaklaşmasından doğar. Bu yüzden fenomenolojik anlamda nesnellik, bilimsel nesnellikten daha köklüdür. Çünkü bilimsel nesnelliği de temellendirir.
Mesele şudur: Bilimin nesnellik iddiası, öznel yaşantının üstünü örtmek pahasına kurulur; fenomenolojik nesnellik ise öznel deneyimden hareketle nesnelliği yeniden tanımlar. Bu tartışma yalnızca epistemolojik değil, aynı zamanda kültürel bir sorundur: Modern bilimsel dünya görüşü, nesnelliği tek boyutlu kılarak insanın yaşantı dünyasını arka plana iter. Husserl’in amacı bu ilişkiyi tersine çevirmek değil, görünür kılmaktır.
Bu bağlamda felsefe, epistemolojik olarak bilimin bir uzantısı değil; onun ön koşullarını ve sınırlarını belirleyen bir etkinliktir. Bu yüzden felsefe, bilimden farklı bir bilgi düzleminde işler. Felsefenin "bilimsel"liği, pozitif bilimlerde olduğu gibi nesneye yönelmiş olmaktan değil, düşüncenin kendi yapısına ve anlam üretme kapasitesine yönelmiş olmasından gelir. Husserl’in fenomenolojisi, bu yönelişi sistematikleştirmeye çalışır: fenomenolog, doğrudan yaşantıya döner; öznel olanı, bilincin aktını, yaşantının yapısını araştırır. Doğa bilimlerinin bıraktığı yerden başlar; yani nesnenin ardındaki bilinç yapısından .
Buradan bakıldığında felsefenin, pozitivist bilim anlayışını taklit etmesi değil, ona yönelttiği sorularla kendi bilimselliğini kurması gerektiği anlaşılır. Wittgenstein’ın “felsefe bir öğreti değil, bir etkinliktir” sözü de bu bağlamda anlam kazanır. Felsefe, kuramsal sonuçlardan çok, düşünsel netlik ve kavramsal çözümleme ile ilgilidir. Her şeyin verili olmadığını, anlamın sabit ve evrensel değil, çoğu zaman yaşantıya, bağlama, dile ve tarihsel koşullara bağlı olduğunu gösterir. Felsefe, başlı başına bir etkinliktir; dönüşür, yenilenir ve sorgulama biçimini daima yeniden inşa eder. Bu özelliğiyle bilimlerden farklıdır ama bilimin üzerinde yükseldiği zemini kavramada da biriciktir.
Sonuç olarak Husserl’e göre felsefe, doğa bilimleri anlamında değil, anlamın kökensel düzenliliğini araştıran bir ‘katı bilim’dir (strenge Wissenschaft). Doğayı açıklayan değil, açıklamanın kendisini açıklayan bir bilim. Nesnesi dış dünya değil, anlamın kendisidir. Metodolojisi, ölçüm değil, düşüncenin fenomenlerine sistematik dikkat göstermektir. Bu anlamda felsefe, bilimden farklı olarak insanın varoluşsal, etik ve kavramsal bütünlüğünü anlamaya çalışan radikal bir sorgulama biçimidir.
Sonuç
Bugün felsefenin alanını genişletmeye dönük çabalar, sıklıkla bir tür 'düşünsel sapma' ya da 'eski çizgiden uzaklaşma' olarak değerlendiriliyor. Oysa felsefe, kendine sadık kalmak istiyorsa, tarihselliği içinde dönüşmeye, değişmeye ve düşüncenin sınırlarını zorlamaya mecburdur. Bu bağlamda felsefeyi bir bilim olarak kabul etmek, onu durağanlaştırmak ya da kesinlik üretmeye zorlamak değil, onun kendine özgü epistemolojik düzlemde işleyen düşünsel karakterini teslim etmek anlamına gelir. Kriz, ne yalnızca bilimlerin metodolojik bir daralmasıdır ne de yalnızca politik aktörlerin bilimi kötüye kullanmasıdır. Kriz, daha derin bir anlam kaybıdır. Modern insan, bilimin sunduğu nesnel bilgilere sahip olsa da, varoluşuna yön verecek bir “anlam ufku”ndan mahrum kalmıştır. Husserl’in çözüm önerisi, bilimi yaşam dünyasıyla yeniden ilişkilendirmek ve fenomenoloji aracılığıyla bu unutulmuş temeli görünür kılmaktır. Böylece Avrupa kültürünün kendi idealine, yani rasyonel öz-sorgulama ve özgürleşmeye dayalı ruhuna yeniden kavuşması mümkün olacaktır.
Kaynakça
- Cohen, I. B. The Newtonian Revolution. Cambridge: Cambridge University Press, 1980.
- Aurora, S. Dilbilim Tarihinde Unutulmuş Bir Kaynak: Husserl’in Mantıksal Araştırmaları. Çev. Yılmaz Tuba. 2021.
- Galilei, G. Dialogue Concerning the Two Chief World Systems. Translated by Stillman Drake. Berkeley: University of California Press, 2001.
- Galilei, G. Two New Sciences. Translated by Stillman Drake. Madison: University of Wisconsin Press, 1974.
- Husserl, Edmund. The Crisis of European Sciences and Transcendental Phenomenology: An Introduction to Phenomenological Philosophy. Translated by David Carr. Evanston, IL: Northwestern University Press, 1970.
- Husserl, Edmund. Avrupa Bilimlerinin Krizi ve Felsefe. Çev. Sözer Önay, Sabuncuoğlu Ayça. İstanbul: AFA Yayınları, 1994.
- Husserl, Edmund. Ideas: General Introduction to Pure Phenomenology. Londra: Kubbealtı Sahaf Yayınları, 2002.
- Moran, Dermot. Introduction to Phenomenology. London: Routledge, 2000. Zahavi, Dan. Husserl's Phenomenology. Cultural Memory in the Present Publications, 2003.
- Newton, I. Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica. Cambridge: Cambridge University Press, 1999.
Yorumlar ()