Giriş
“Cinsiyet atanır mı?” sorusu, yalnızca biyolojik bir farklılığın ifadesi değildir; aynı zamanda insanın kimliğinin, toplumsal rollerin ve iktidar ilişkilerinin nasıl kurulduğuna dair köklü bir tartışmayı beraberinde getirir. Tarih boyunca kadın, erkek üzerinden tanımlanmış; erkek insanın normu, kadının ise öteki ve ikincil bir varlık olarak görüldüğü bir düzen inşa edilmiştir. Bu nedenle “ikinci cinsiyet” kavramı, kadının tarihsel konumunu açıklarken, aynı zamanda bir eksikliği de içinde barındırır. Çünkü sorun yalnızca ikincillikte değil, bu ikincilliğin doğum anında ve sonrasında “atanmış” bir kimlik haline getirilmesindedir.
Burada “atanmış cinsiyet” kavramı, biyolojinin ötesine geçen ve bireyin toplumsal normlar aracılığıyla şekillendirildiği bir süreci görünür kılar. Bebekler biyolojik olarak farklılıklarla doğsalar da toplumsal olarak cinsiyetsizdirler; onlara yüklenen kız ya da erkek kimliği, kültürel kodlarla, geleneklerle, yasalarla ve iktidar ilişkileriyle örülür. Pembe ve mavi giysilerden oyuncaklara, davranış beklentilerinden meslek seçimlerine kadar uzanan bu dayatma, cinsiyetin doğuştan verilmediğini, toplum tarafından “atanmış” olduğunu ortaya koyar. İşte bu noktada, feminist düşünce içinde en radikal çıkışlardan birini yapan Simone de Beauvoir’ın görüşleri, tartışmayı temellendirmek için kritik bir başlangıç noktasıdır.
Beauvoir’nın çalışmaları, kadının yalnızca biyolojik bir farkla değil, toplumsal rollerle şekillendirildiğini, özgürlüğünün kültür ve iktidar tarafından sınırlandırıldığını ortaya koyar. Onun ifadesiyle kadın, erkeğin aşkınlığına karşı içkinliğe mahkûm edilmiştir. Kadınlığı annelik ve doğurganlığa indirgeyen sistem, kadını yalnızca biyolojik bedeni üzerinden tanımlayarak toplumsal hayatta edilgen ve ikincil kılar. Dolayısıyla “atanmış cinsiyet”, Beauvoir’ın açtığı tartışmayı bir adım ileri taşır: kadın yalnızca ikinci değil, aynı zamanda doğum anında kendisine zorla yüklenmiş bir cinsiyetin taşıyıcısıdır.
Bu çalışmada, “atanmış cinsiyet” kavramı üzerinden toplumsal cinsiyetin kuruluşunu tartışırken, Beauvoir’dan hareketle kadın kimliğinin konumunu irdelemek amaçlanmaktadır. Çünkü Beauvoir’nın bireysel ve felsefi yaşamı, düşüncelerini anlamak için güçlü bir arka plan sunar. Onunkişisel deneyimleri, akademik uğraşları ve Sartre ile olan özgürlük pratiği, felsefi eserlerine doğrudan yansımıştır. Dolayısıyla biyografisi, yalnızca bir yaşam öyküsü değil, aynı zamanda düşüncelerinin somut bağlamıdır.
Simone De Beauvoir Kimdir?
Simone de Beauvoir, 9 Ocak 1908 – 1986 yılları arasında yaşamış bir Fransızdır. Hayatı boyunca kendi yaşamını, ilişki hayatını ve akademik çalışmalarını özgürlüğüne adamış bir filozoftur.
Babasının annesi ve onu terk etmesinin ardından annesi dine yönelerek kızını da bir Katolik enstitüsüne yatılı olarak göndermiştir. Ancak enstitü düzeninin dindar yapmayı beklediği Simone, aksine özgürlüğüne daha bağlı olmayı tercih eder. O yıllarda yakın arkadaşı olan Elisabeth Lacoin, nam-ı diğer Zaza ile yakın bir kız kardeşlik başlar. Bu arkadaşlık Lacoin’in 25 yaşında ani ölümüyle fiziken son bulur. Bu ayrılığa ilişkin öldüğü yıllara dek Genç Kızın Anıları adlı kitabı yazılmaya devam eder. Ve o öldüğünde bu kitabı manevi kızı Sylvia Le Bon-de Beauvoir basmaya karar verir. Simone de Beauvoir’nın düşünsel gelişiminde ve İkinci Cinsiyeti yazmaya onu iten figür Zaza’nın ta kendisidir…
Enstitüden sonra Sainte Marie’de Yabancı Dillerde Yazın bölümünün ardından Sorbonne Üniversitesi’nde Felsefe eğitimi aldı. Bu üniversite eğitimi boyunca ilgisi Hegel ve Engels üzerineydi. Özellikle Hegel, düşün hayatının omurgasını oluşturacak bazı fikirlere sahipti. 1929’da ise Ecole Normale Supérieure adlı okulda Jean-Paul Sartre ile tanıştı. Aynı yıl Agregation adlı sınavı başarıyla geçen en genç öğrenci oldu. O yıl birinci Sartre, ikinci ise Simone de Beauvoir oldu. Simone daha başarılı olmasına rağmen ona ikincilik düşmüştü. Sebebi kadın olmasıydı.
Sartre ile yaşadığı ilişki 51 yıl sürdü. Bu ilişki onların özgürlük anlayışlarının pratik karşılığı olmuş, sonuç olarak yan yana gömülerek hayatlarına veda etmişlerdir. Yazım dünyasına yaşamını da bırakmak isteyen Beauvoir, hayatını dönem dönem anlattığı üç eser yazmıştır: Bir Genç Kızın Anıları, Olgunluk Çağı, Yaşamın Olguları ve Sonuç Olarak. Bunların yanı sıra 6 adet daha kitabı ve çok sayıda deneme yazısı yazmış, varoluşçu filozof olarak tarihte yerini almıştır.
Bugün asıl, İkinci Cinsiyet kitabı üzerinden Simone de Beauvoir’nın atanmış cinsiyetinden söz edeceğiz. Kitabın ismi İkinci Cinsiyet olmasına rağmen ‘atanmış’ kavramını kullanmayı tercih ettim. Bunun sebebi, Simone de Beauvoir’nın insan anlayışına göre kadının kimlik bakımından durduğu konumdur.
1. İkinci Dal Feminizm ve Beauvoir
Simone de Beauvoir ikinci dal feminizminin kurucusudur. İkinci Cinsiyet adlı eseriyle ‘kadın doğulmaz, kadın olunur’ sözünden yola çıkarak toplumsal cinsiyet kavramını felsefi bir zemine oturtmuş ve modern feminist teorinin temel taşlarından birini atmıştır.
Feminizmin dallarına bakacak olursak:
- Dal feminizmi } Toplumsal cinsiyet kavramları üzerine yoğunlaşılır
- Dal feminizmi } cinsiyet farklılığı ve nedenlerine dayanır
- Dal feminizmi } kesişimsellik üzerine yoğunlaşır; toplumsal cinsiyetin ırk, sınıf, etnisite, din, cinsel yönelim gibi kimliklerle deneyimlendiğini ve bu kesişimlerin eşitsizliği farklı şekillerde derinleştirdiğini savunur.
Beauvoir’ın etkisiyle şekillenen feminist düşünceler, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde yeni bir yön kazanır. Bu dönem, cinsiyetin salt biyolojik bir gerçeklik değil, aynı zamanda toplumsal olarak inşa edilen bir yapı olduğunu ortaya konulmuştur. Kadın özgürlüğü, bu bağlamda, doğaya ve bedene atfedilen anlamların sorgulanmasını zorunlu kılar. Kadının özgürleşmesi, hem cinsiyet rollerinin çözülmesini hem de transandantal özcülüğün aşılmasını gerektirir. 2. Dünya savası esnasında Hegel dersleri alan Simone De Beauvoir’nın Hegel’in bazı ögelerinden etkilendiğini söylemiştik. Bu öge, köle efendi diyalektiğidir. Simone’a göre köle efendi diyalektiği dünyaya iz bırakmak ve kadına özgü ezilmenin tarihsel yolculuğu şeklinde yorumlanıyordu. Yani mutlak öteki kadın ve transandantal güç olan erkek. Burada içkin anlamına gelen ‘immanent’ sözcüğü kadın, aşkın sözcüğü erkek için kullanılmıştır. Yani erkeğe göre kadın mümkün kılınmıştır. Erkek, kendini gerçekleştirme imkanına sahip olabilirken kadın, erkeğe hizmet etmek, onun için doğurmak, onu tatmin etmek gibi üzerine atfedilmiş vazifelerle bu imkandan mahrum kalır. Ardından da akıllarının eksik olduğuna ve daha az bilebildiklerine ikna edilirler. Simone De Beauvoir bunu, ‘kuşun kanadını kesip onu uçamamakla suçlamak’ olarak tanımlar. Bu köle efendi diyalektiğindeki bir diğer belirgin nokta da kadının bu anlaşmayı kabul etmesidir. Bir kadın, ancak köle olmayı reddettiğinde ilk özgürleşme adımını atacaktır.
Simone De Beauvoir'nın diyalektik anlayışı yalnızca evdeki kocadan veya babadan ibaret değildir. Ataerkil tahakküm, aynı zamanda patriyarka ve otoriter yapılarla iç içe geçmiş geleneksel bir baskı biçimini ve sistemi temsil eder. Bu yapı, kadınların doğa ve doğurganlık üzerinden tanımlanarak eril iktidar tarafından kuşatılmasını sağlar. Dini ve kültürel normlar, kadınların yaşamlarını yönlendiren, onları kamusal alanlardan dışlayan ve ikincil rollere mahkûm eden ideolojik bir çerçeve sunar. Bu sistem, bir yandan erkek iktidarını güçlendirirken, diğer yandan da kadınların itaatini kutsallaştırarak mevcut düzenin yeniden üretilmesini kolaylaştırır. Örneğin dinde, "Cennet annelerin ayakları altındadır" gibi söylemlerle bir köle ve ödül mekanizması kurulur. Bu anlayışta kadın doğurup çocuğa bakma görevini üstlendiği için ona ödül verilecektir. Simone de Beauvoir’ya göre bu tanrıçalaştırma ezilmeni iki yüzünden biridir. Ezdiğin grubun ezilmişliğini ona hatırlatmayarak transandantal (aşkın) tanımlamalar yapmak, kadının birey olarak özneleşmesini engelleyerek erkekten sorumluluğu almaya yöneliktir. Ezilenlerin, ezilmeye devam eden grupların hakikatini unutturmaya yönelik bu tür söylemler, aynı zamanda insanın ne olduğu sorusunu da yeniden gündeme getirir: Erkeği insanlıkla özdeşleştirirken, kadını insan olmanın dışında mı bırakıyoruz?
2.Biyoloji Düşmanımız Mı?
Engels’in de demiş olduğu; mevcut düzenin sonradan oluştuğu, anaerkil yapıdan ataerkil yapıya geçiş olduğu iddia edilen düzeni Beauvoir reddeder. Anaerkil olduğu iddia edilen ilkel komünal dönemde dahi kadının bedeni metalaştırılarak dayıdan bir diğer erkeğe verilirdi. Ve erkeklerin dönem itibariyle doğuma dair bilgisi azdı. Bilgi artıkça değişmesi beklenen bilinç gelişmemişti. Cinsel tabuların görülme şekli: doğum-ölüm-cinsiyet şeklinde ele alınabilir oldu. Yaşam, doğum ve ölüm arasında, doğum, arzu ve dehşet arasında, cinsiyet ise bunların birleşiminden oluşuyordu.
Erkeklerin doğurganlıkla zaman içerisinde kurdukları tarihsel değişim, anaerkil olarak atfedilen yapının aletle tanışma ve mistik güçlere duyulan düşüncenin azalmasıyla tamamen şekil değiştirdi. Ancak hatırlatmakta fayda vardır ki bu ataerkil yapının bir anda özel mülkiyetle ortaya çıktığının değil, sistematikleştirildiğinin bir göstergesi oldu.
Kadın - erkek ayrımının biyolojiden bağımsız olduğunu söyleyen Beauvoir için bedensel farklar bir şey ifade etmiyordu ve biyoloji de toplumsal olarak böyle bir farktan söz etmiyordu. Bedenen yapılı bir kadının bir erkeği rahatlıkla dövebileceği gibi geçmiş kalıntılar bize kadınların beden gücü olarak erkeklerden farklı olmadığını göstermişti. Üstelik, bizim de yazımızda savunduğumuz gibi, toplumsal cinsiyet rollerini bu farklılıklar üzerinden yorumlamak ataerkil düzenin özgürleştirmeme isteğinin bir yansıması haline gelmiştir. Eşitliği beden farklılıklarıyla okumak hem yalnızca kadınları değil; engelli bireyleri ve çocukların şiddete uğramasındaki meşruiyeti artırıyor hem de şiddet üzerinden güç iktidarı örülmeye çalışılarak toplumsal eşitliği metalara ve biyolojiye indirgeyen sığ ve temellendirilemeyecek olan bir düşünceyi ortaya koymaktan öteye gidemiyor hale geliyor.
Bu noktada, Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir’nın ontolojik görüşleri, insanın varlık yapısına dair farklılaşan iki önemli bakışı sunarak bize farklı bir perspektiften bakma imkanı sunar. Sartre, "Varlık ve Hiçlik" adlı eserinde insanın varlık yapısını kendi kendini seçen, özünü sonradan belirleyen bir özgürlük alanı olarak tanımlar. Ona göre insan, seçim yapmaya zorunludur ve bu özgürlük aynı zamanda bir yükümlülüktür. İnsan, kendi yaşamının anlamını kurmakla mükelleftir. Sartre’ın bireysel özgürlüğü ön plana çıkaran bu görüşü, toplumsal baskıların varlık yapısına etkisini yeterince hesaba katmaz.
Simone de Beauvoir ise, yalnızca bireysel değil, toplumsal koşulların da özgürlük üzerinde belirleyici olduğunu savunur. Kadınların ezilmişliğini sadece bireyin bilinciyle değil, içinde bulundukları yapısal koşullarla da açıklar. Beauvoir’ya göre kadın karakteri/kadın olma kuralları, toplumsal olarak inşa edilir. Ezilenin özgürleşmesi, ancak bu yapısal koşullarla hesaplaşarak mümkündür. Özgürlük, başkalarının özgürlüğünü tanımakla birlikte var olma çabası olarak görülmelidir. Yani özgürlük, ötekinin özgürlüğü ile mümkündür. O halde şu sorulara cevap bulmamız gerekmektedir: dünya için kadın ne ifade ediyor ve kadın ne yapabilir ?
Gelelim insan olmaya: Simone De Beauvoir, dünyanın erkek modeliyle kurulduğunu ve erkeğin insan olarak kabul edildiğini söyler. Doğduğunda insanların toplumsal olarak cinsiyeti veya kurallar bütünü yoktur. Ancak bebek biyolojik olarak kadın olarak doğmuşsa, bu onun bazı kurallarla yaşaması gerektiği anlamına gelir. Her daim erkeğin kolayca edinebileceği şeyler için fazladan emek harcamak zorunda kalmalıdır. Bilim ve erkeği baskılayan şeyler dahi kadını tahakküm altında tutmak, onu ikinci insan, atanmış cinsiyet bırakabilmek içindir. Bir erkeğin kadın gibi oluşunu aşağılamak aslında kadınlığı aşağılamak anlamına gelir. Bir erkeği çalışması için baskılamak, onun özgürleşmek için elinden kaçırmaması gereken bir kadın olduğunu ona hatırlatmak anlamına gelir.
Dolayısıyla denklemimiz:
Erkek = insan
Kadın = yarım insan
Kadın gibi erkek = kendini bir alt konuma indirgeyen aşağılanmaya layık yarım erkek.
Şeklinde vuku bulur.
Toplumsal cinsiyetin inşasına karşı verilen mücadele denkleme bakıldığında, yalnızca kadınların değil, tüm insanlığın özgürleşmesiyle ilgilidir. Ataerkil tahakküm, kadını nesneleştirerek hem bireysel hem de toplumsal varoluşunu bastırır. Ancak kadınların kendi özgürlüklerini talep etmesi, insanın ne olduğu sorusunu baştan inşa etmeyi gerekli kılar. Sartre’ın birey merkezli özgürlük anlayışı ile Beauvoir’nın toplumsal koşulları gözeten eleştirel yaklaşımı bu tartışmada iki temel yönü temsil eder. Kadının kendi bedenini, emeğini ve varlığını yeniden sahiplenmesi, yalnızca kadınların değil, tüm ezilenlerin insan olarak var olma hakkını savunmanın bir yoludur. Bu, özneleşmenin ve eşitliğin birlikte mümkün olduğu bir dünya hayalinin temelidir.
Kadın, dünyada yaratabileceği şeyleri yaratmaktan alıkonulmuş, potansiyeli bastırılmış bir varlıktır. Ancak bu bastırılmışlık, kadının güçsüzlüğü anlamına gelmez. Kadınlar da erkekler kadar güçlüdür; hatta erkeklerin doğallıkla zaman içinde kurduğu teknik ve entelektüel ilişkiler, kadınlar için de geçerlidir. Bu yüzden Simone De Beauvoir, özgürleşmek için kadınların dünyaya çıkması, üretim ve çalışma hayatına katılması, sadece eşitlik değil, "insan olmak" istemesini önemle vurgular. Ve bunu istemek yalnız kadının değil erkeğin de özgürleşmek için temel isteği haline gelmelidir.
3.Neden “İkinci” Değil de “Atanmış” Cinsiyet?
Simone de Beauvoir’nın İkinci Cinsiyet’te ortaya koyduğu temel tez, kadının tarih boyunca “öteki” olarak tanımlandığıdır. Kadın, erkek üzerinden tanımlanır; erkeğin asli kabul edildiği yerde kadın hep ikincil konumdadır. Ancak bu noktada, “ikinci” ifadesi kadar, hatta ondan da belirleyici bir kavrayış, “atanmış cinsiyet” ifadesinde gizlidir.
3.1 Bebeklerin Cinsiyeti Neden Yoktur?
Bu bağlamda Beauvoir, kadın erkek arası fizyolojik, psikolojik ve biyolojik farkların farkındadır ve bu farklılıkları kabul eder, onun itirazı bu farklılıkların kadının baskılanması ve erkek egemen toplumda kadının ikinci sınıf olarak kalması ve kadın kimliğinin geleneksel bir statüye büründürülerek özgürlükten mahrum kalması ve kadınlığın annelik ve doğurganlıktan ibaret bir rutine hapsedilmesi noktasındadır. Ona göre evlilik ve annelik kadın kimliğine toplum tarafından yapay bir şekilde yasalar, gelenekler, kültür, inanç ve düşünce sistemleri tarafından dayatılmış rollerdir, bu şekliyle kadın eve, başkalığa, içkinliğe, edilgenliğe mahkûm edilmiştir.
Bu düşünceyi temele alarak “bebeklerin cinsiyeti yoktur” demek, onların doğdukları andan itibaren yalnızca biyolojik farklılıklar taşıdıklarını, fakat kadın ya da erkek olmalarının tamamen toplumsal kurallar bütünüyle belirlendiğini ifade eder. Yeni doğmuş bir bebek, toplumun gözünde ya kızdır ya erkek; ama bu “atanmışlık”, biyolojinin ötesinde bir anlam yüklemesidir. Ona pembe ya da mavi giysi giydirilmesi, oyuncak seçimi, ileride nasıl davranacağına dair beklentiler, daha bebekken başlayan bir toplumsal cinsiyet inşasının parçasıdır. Dolayısıyla, biyolojik farkın üzerine kültür tarafından örülen bu ağ, çocuğu “kız” ya da “erkek” olarak bir role mahkûm eder.
Simone de Beauvoir, kadının biyolojik olan farklılığının üzerine inşa edilmiş baskıyı ve kadın bedeninin erkek bakış açısından sadece cinsiyetli bir beden olduğunu ve psikanalizin kadının başkalığını açıklamakta yetersiz olduğunu beden ve cinselliğin varoluşun somut ifadeleri olmasının ötesinde psikanalizin sadece açıklayamadığı olgular üzerinde anlaşma ve uzlaşı içinde olduğunu tanımlamıştı. Nitekim ona göre:
“Freud bile penisin saygınlığını açıklayanın babanın egemenliği olduğunu kabul eder ve erkek üstünlüğünün kökenini bilmediğini iddia eder.” (2019, s. 76)
Bu alıntı, biyolojik farklılıkların anlamının dahi toplumsal iktidar ilişkilerince belirlendiğini gösterir. Yani biyoloji tek başına açıklayıcı değildir; toplum, cinsiyeti anlamlandırarak “atanmış” hale getirir.
Öte yandan yaşam, doğa ve kadının gizemleri karşısında kafasının henüz karmaşık olduğu zamanlarda bile erkek kendi iktidarından hiç vazgeçmemiştir. Kadının içinde barındırdığı tehlikeli büyüden korkup onu özsel olarak koyduğunda bile kadını ortaya koyan erkektir ve böylelikle onay verdiği bu yabancılaşmada kendini özsel olarak gerçekleştirir. Kadına nüfuz eden doğurganlık
gücüne karşın erkek, verimli toprağın efendisi olduğu gibi kadının da efendisi olmayı sürdürür; tıpkı büyülü verimliliğini kendinde cisimleştirdiği Doğa gibi kadın da boyun eğmeye, sahip olunmaya, sömürülmeye uygun bir varlık olarak kurgulanır.
Dolayısıyla, bebeklerin toplumsal olarak cinsiyetsizliği, aslında onların henüz bu iktidar ve tahakküm ağlarının içine düşmemiş olmalarıdır. Cinsiyet, doğdukları andan itibaren onlara atanır; kadın için bu atama, özgürlüğün kısıtlanması ve ikinci hatta “öteki” konumuna hapsedilmesi anlamına gelir.
3.2. Cinsiyet/Cinsiyetsizlik Ayrımlarının ‘Atamadan’ Payını Alması
Trans bireyler de aslında temelde bu yüzden trans erkeklere kıyasla ‘'bir alt statüye inmek'' olarak nitelendiriyorlar ve daha fazla zorbalığa uğruyorlar. Çünkü toplumsal cinsiyet rollerindeki erkek statüsü kadın kılınarak ataerkinin getirdiği avantajları kendi elleriyle teslim ediyor. Toplumsal kurallar bütünü burada belirleyici oluyor. Kadınlıkla gelen normlar ve köle–efendi diyalektiği olmasa bizim yazımızda aslında cinsiyet için 'atanmış' ifadesi kullanılmayacaktı.
Bu noktada bahsi geçen kavram açıklamalarıyla non-binary (cinsiyetsiz) bir yapının arandığı, aranabilir de, anlamına çıkmıyoruz. Asıl mesele, kadın için biçilen yarım kaftanın onu tabu haline getirmesi ve yaşam dünyasını hep bir adım daha zorlaştırmak üzerine kurulu olması. Bu anlamda Beauvoir’ın ifadesiyle kadın, içkinliğe mahkûm edilmiştir; erkeğin aşkınlığına karşı, hep toplumsal normlarla sınırlandırılan bir “verilmişlik” içinde yaşamıştır. İşte “atanmış” kavramı, bu verili konumu, kadının iradesinden bağımsız biçimde toplumsal olarak yüklenen kimliği ifade eder.
Dolayısıyla, “ikinci cinsiyet” ifadesi tarihsel bir eşitsizliğe işaret ederken, “atanmış cinsiyet” ifadesi bu eşitsizliği üreten toplumsal mekanizmaları daha doğrudan görünür kılar. Bu, yalnızca kadınların değil, tüm cinsiyet kimliklerinin toplum tarafından nasıl şekillendirildiğini anlamak için kritik bir kavrayıştır.
Sonuç
Sonuç olarak, atanmış cinsiyet kavramı, toplumsal cinsiyet tartışmalarının yalnızca ikincillik düzeyinde değil, kurucu ve inşa edici bir mekanizma olarak anlaşılması gerektiğini göstermektedir. Cinsiyet, biyolojik farklılıkların ötesinde, kültürel kodlar, normatif roller ve iktidar ilişkileriyle sürekli olarak yeniden üretilen bir kimliktir. Bu çerçevede Beauvoir’dan hareketle yapılan
çözümleme, kadınlığın yalnızca “ikinci” değil, baştan itibaren toplumsal düzen tarafından yüklenmiş ve belirlenmiş bir atanmışlık olduğunu görünür kılar.
Böylesi bir perspektif, cinsiyetin sabit ve doğal bir kategori olmadığı, aksine toplumsal kurumlar tarafından biçimlendirilen bir yapı olduğu savını güçlendirir. Kadınların özgürleşmesi yalnızca eşitlik talebi değil, aynı zamanda bu atamanın açığa çıkarılması ve dönüştürülmesidir. Dolayısıyla, atanmış cinsiyet kavramı, feminist düşünceye yalnızca tarihsel bir katkı değil, günümüz toplumsal cinsiyet tartışmaları için de eleştirel ve dönüştürücü bir zemin sunar.
KAYNAKÇA
Simone de Beauvoir, Le Deuxième Sexe (İkinci Cinsiyet) → yazının temel çıkış noktası.
Simone de Beauvoir, Mémoires d’une jeune fille rangée (Bir Genç Kızın Anıları) → Zaza’ya ve gençlik yıllarına yapılan göndermeler.
Simone de Beauvoir, La Force de l’âge (Olgunluk Çağı) ve La Force des choses (Yaşamın Olguları) → otobiyografik göndermeler.
Jean-Paul Sartre, L’Être et le Néant (Varlık ve Hiçlik) → özgürlük ve varlık anlayışı kısmı için. Hegel, Phänomenologie des Geistes (Tinin Fenomenolojisi) → köle–efendi diyalektiği bölümü için. Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni → anaerkil–ataerkil tartışmalar için.
ÖNERİ KAYNAKLAR
Yazıyı okuyan birinin daha derinleşebilmesi için:
- Judith Butler – Gender Trouble (Cinsiyet Belası) → toplumsal cinsiyet kuramı.
- Toril Moi – Simone de Beauvoir: The Making of an Intellectual Woman → Beauvoir’ın düşünce hayatını anlamak için.
- Kate Kirkpatrick – Becoming Beauvoir: A Life → Beauvoir biyografisi.
- Edward Fullbrook & Kate Fullbrook – Simone de Beauvoir and Jean-Paul Sartre: The Remaking of a Twentieth-Century Legend.
- bell hooks – Feminist Theory: From Margin to Center → kesişimsel feminist perspektif için.
- Elisabeth Badinter – L’amour en plus (Annelik Mitosu) → annelik ve kadınlık tartışmaları.
Yorumlar ()