E. J. Lowe – Metafiziğin Doğası

Metafizik, disiplinler arası bir role sahip olabilir çünkü metafizik bir bütün olarak gerçekliğin temel yapısı ile ilgilenmektedir. Hiçbir özel-bilim bu ilgiye sahip olamaz, çünkü her bir özel-bilimin anakonusu bundan daha dar bir alanda sıkışıp kalır.

Metafizik Nedir?

Metafiziğe aşina olmayan insanlar, metafiziğin içeriği konusunda yanlış veya en azından bir anlamda çarpık bir kavrayışa sahip olma eğilimindedirler. Bu kişiler metafiziğin bazen gizemcilik ve büyü ile bir ilgisinin olduğunu düşünürler, ancak bu tamamen yanlıştır. Bazen de metafiziğin fizikle bir ilgisi olduğunu düşünürler ki bunun bir anlamda doğru olduğu söylenebilir. Ancak metafiziğin fizikle olan ilişkisini meta-mantığın mantıkla veya meta-etiğin etikle olan ilişkisi gibi ele almak hatalı olacaktır. Buradaki ikili ilişkiler birinci-derece disiplinlerin (mantık veya etik) kavramsal temellerine veya yöntemlerine dönük ikinci-derece bir soruşturma türü (meta-mantık veya meta-etik) olarak düşünülebilir. Metafizik de böylesi bir soruşturmanın özelliklerini içerir, ancak bu bağlamda bile metafiziğin odağı bütünüyle fiziğin ilgilerine dönük değildir. Aslında, metafiziğin metafizik olarak adlandırılması bütünüyle tarihsel bir rastlantıdır. Aristoteles bir eser ortaya koydu (veya daha doğrusu onun ders notlarından bazılarının toplanılmasıyla bir eser oluştu) ve bu eser çok sonra sırf Aristoteles’in eserlerinin yerleşmiş sıralamasında yine onun başka bir eseri olan Fizik’ten sonraki sırada (Yunanca meta öneki bu sonralık ilişkisini belirten bir edattır) geldi diye Metafizik olarak adlandırıldı.[1] Böyle olsa bile, fiziğin veya metafiziğin temel birçok ilgilerinin çakışması sebebiyle bunun talihli bir rastlantı olduğunu söyleyebiliriz. Aslında belki de bu adlandırma nihayetinde hiç de rastlantı değildi, çünkü Metafizik’i Fizik’in ardına yerleştirmek, metafizikle fiziğin ilgilerindeki bu çakışmayı göz önüne alırsak, oldukça doğaldı. (Biz yine de burada, fiziğin anakonusuyla ilgili olarak, Aristoteles’in kavrayışıyla modern fizikçilerinin kavrayışı arasında önemli farklar olduğuna dikkat etmeliyiz. İlerleyen bölümlerde Aristoteles’in metafiziğe yönelik görüşüne kısaca geri döneceğim.)

Öyleyse metafizik ve fizik neyde ortaklaşır? Fizik, burada modern fizikten bahsediyorum, doğal dünyada, yani uzay ve zamanda var olan şeyler alanında, yer alan belli başlı temel ve yaygın fenomenleri açıklamakla ilgilenen deneyimsel bir bilimdir. Fizik söz konusu olguları açıklarken, elektromanyetizma ve yerçekimi yasaları örneklerini ele alırsak, bunlarda sırasıyla elektrik yüklü ve kütleli cisimlerin hareketlerini nedensel olarak açıklayan varsayımsal nedensel yasalara başvurur. Metafizik ise, bütünüyle olmasa da, uzay ve zamanda var olan şeylerin, bizzat uzay ve zamanın, ve nedenselliğin doğasıyla ilgilenmektedir. Ancak metafizik, kökensel anlamda deneyimsel bir bilim değildir; yani, metafizik kendi iddialarını desteklemek amacıyla genel olarak deneysel veya gözlemsel verilere başvurmaz. Ayrıca, eğer uzay ve zamanda var olan şeylerin yalnızca fiziksel varolanlar olduğunu savunan fizikalizm öğretisini benimsememişlerse, metafizikçiler yalnızca fiziksel dünyanın doğasıyla ilgilenmezler. Onlar ayrıca matematiğin veya mantığın nesneleri (örn. sayılar, kümeler, önermeler vb.) gibi diğer soyut varolanların doğasıyla da ilgilenmektedirler. Böylesi varolanların uzay ve zamanda var olmadığını söylemek akla uygundur. Ancak sırf bu nedene dayanarak onların gerçekliğin daha alt derecelerinde yer aldığı yargısına da varamayız. Üstelik, oldukça tartışmalı bir şekilde, uzay ve zamanda yer alsalar da deneyimsel bir bilim olan fiziğin anakonusunu teşkil etmeyecek varolanlar, örneğin kişiler (persons), ve bu kişilerin duygu ve düşüncelerini içeren zihinsel durumlar; ve sosyal ve politik gruplar gibi varolanların olduğundan söz edebiliriz. Birçok filozofa ve bilim-insanına göre bu varolanların davranışı hiçbir zaman yalnızca fizik yasalarına başvurularak açıklanamaz, çünkü bu varolanların davranışı yalnızca nedensel açıklamaya değil, büyük ölçüde rasyonel açıklamaya tabidir. Elbette fizikalist filozoflar bu görüşe karşı çıkmak isteyebilir. Ancak bunu yaparken kendilerini tam da metafiziksel bir tartışmanın içinde bulurlar, bu tartışma da fiziğin yetki alanının dışında kalan bir tartışmadır.

Bu gözlemlerle birlikte belirmeye başlayan şey, entelektüel bir disiplin olarak metafiziğin rollerinden biridir: diğer disiplinler arasındaki sınır tartışmalarının yürütülebileceği bir forum sunmak. Örneğin metafiziğin görevi biyoloji, psikoloji, ekonomi gibi özel bir bilimin anakonusunun daha ‘temel’ bir başka bilime, örneğin fiziğe, eklemlenip eklemlenemeyeceğinin tartışmasının yürütülebileceği bir forum sunmaktır. Geleneksel ve günümüzde de hâlâ yaygın olan bir metafizik kavrayışına göre – bu kitapta da bu kavrayış hâkimdir – metafizik, az önce de betimlendiği üzere, disiplinler arası bir role sahip olabilir, çünkü metafizik bir bütün olarak gerçekliğin temel yapısı ile ilgilenmektedir. Hiçbir özel-bilim (fizik bile) bu ilgiye sahip olamaz, çünkü her bir özel-bilimin anakonusu bundan daha dar bir alanda sıkışıp kalır. Örneğin biyoloji canlı bilimidir, psikoloji zihinsel durumların bilimidir, fizik ise – daha önce de belirttiğim üzere – uzay ve zamanda var olan her şeyde görünüşte ortak olan durumları ve süreçleri (örn. enerji durumları ve dinamik süreçleri) ele alan bir bilimdir. Fizikalistin savunduğu üzere, bütün gerçekliğin yalnızca uzay ve zamanda var olan şeylerle sınırlı olduğu başarılı bir şekilde savunulsa bile, bundan metafiziğin fiziğe indirgendiği sonucu çıkmaz. Çünkü gerçekliğin bu şekilde sınırlı olduğu argümanının kendisi, fiziğin tek başına öne sürmekte yetersiz kalacağı, metafiziksel bir argümandır.

Kuvvetle muhtemeldir ki geleneksel metafizik, diğer her disiplinin entelektüel zemini olarak kavramsal anlamda zorunlu olan ve elenemez bir yapıdadır. Neden? Çünkü nihayetinde hakikat tek ve bölünemezdir; veya eş deyişle, dünya veya gerçeklik bir bütün olarak üniter, ve zorunlu olarak kendiyle tutarlı bir yapıdadır. Çeşitli özel-bilimler ve kendilerine muhtemelen ‘bilim-insanı’ demeyecek diğer entelektüel disiplinlerin üyeleri – tarihçiler ve edebiyat kuramcıları gibi – hep birlikte kısmen de olsa hakikat arayışıyla ilgilenmektedir. Ancak onların bu arayışı, kendi hakikat sorgulama yöntemlerine göre ve kendi özelleşmiş alanları dahilinde gerçekleşir. Bununla birlikte, hakikatin bölünemezliği bütün bu soruşturma biçimlerinin, eğer hedeflerine ulaşacaklarsa, birbirleriyle tutarlı olma ihtiyacının farkında olunması gerekliliği anlamına gelmektedir. Ayrıca, bu alanların hiçbiri, karşılıklı tutarlılık içerisinde hakikate yönelik böylesi sorular hakkında nihai karar mercii olma yetkisine sahip olma iddiasında bulunamaz, çünkü bu alanların hiçbiri kendi sınırlı alanlarının ötesinde bir yargı yetkisine sahip değildirler. Böylesine kuşatıcı bir yargı yetkisi yalnızca kendi anakonusunda ve hedeflerinde tekmil evrenselliği gözeten entelektüel bir disiplinin üyeleri tarafından sağlanabilir. Bu disiplin de geleneksel metafiziktir.

Süregelen bu argümanın, kendilerine entelektüel bir rol garantilemeye çabalayan kendinden menkul metafizikçilerin özel bir savunması olduğu şüphesiyle yaklaşılabilir. Ancak dürüst olmak gerekirse, varılan sonuç tartışmanın ötesinde olsa bile, buradaki argümanın tümüyle dogmatik bir tınıda olduğunu söylemek yanlış olacaktır. Buradaki iddia, metafiziğin sadece özerk ve vazgeçilemez bir rasyonel soruşturma biçimi olduğu iddialarını güçlendirmeye hizmet etmektedir. Nitekim burada söylenen şey, bizzat metafiziğin statüsü ve güvenilirliği de olmak üzere, mutlak manada her şeyin metafiziğin iddia ettiği evrensel bir disiplinin kapsamına girdiğidir. Bunların hiçbiri, metafizikçilerin ayrı bir kast olarak görülmesi gerektiği, onların avamın üstünde yükselen entelektüel bir mertebeden kibirli bir şekilde açıklamalarda bulundukları anlamına gelmez. Metafizik tam da evrensel bir entelektüel disiplin olması sebebiyle hiçbir rasyonel varlığın, hayatının en azından bazı aşamalarında ilgilenmekten kaçamayacağı bir yapıdadır. Öyle olduğumuzu bilsek de bilmesek de, beğensek de beğenmesek de hepimiz birer metafizikçiyiz. Ancak bu, herhangi birinin metafizikle ilgili bir soru hakkındaki görüşünün bir başkasınınki kadar iyi veya kötü olduğunu söylemek değildir. Edinilmesi oldukça zorlu olan, metafiziksel düşünce konusunda uzmanlık gibi bir yetkinliğin olduğunu inkar etmek için elimizde hiçbir sebep yoktur. Eğer bu konuda herhangi bir şüphem olsaydı, bu kitabı yazmakla hiç uğraşmazdım!

Görelilik Tehlikesi

Geleneksel metafiziğin savunusu olarak incelemekte olduğumuz argüman, yani hakikatin bölünemezliği veya dünyanın bir bütün oluşu argümanı, bu hakikat kavrayışını veya hakikati ‘evrensel’ akıl ve rasyonellik kavrayışlarıyla eşleştiren kavrayışları sorgulayanların saldırılarına karşı zayıf görünebilir. Bunu söylerken benim aklıma kültürel veya tarihsel göreliliği benimsemiş filozoflar veya diğer entelektüel disiplinlerin bazı üyeleri geliyor. Bu kişiler belli bir kültür veya tarihsel çağ için doğru olanın, bir diğeri için doğru olmayacağını; veya farklı kültürler ve çağların farklı ve eş-ölçülemez akıl ve rasyonellik kavrayışları olduğunu savunarak hakikatin tek ve bölünemez olduğunu reddetmektedir. Ancak hiç şüphesiz, böyle bir öğretinin kendisi de burada ele aldığım ve savunmaya çalıştığım anlamda ‘metafiziksel’ bir iddiadır: çünkü bu iddianın, gerçekliğin temel doğası hakkındaki bir iddiadan aşağı kalır bir yanı yoktur. Bu da yalnızca antropoloji, tarih, sosyoloji gibi herhangi bir özel-bilimin veya entelektüel disiplinin yöntemleriyle desteklenemeyecek bir iddiadır. Bahsi geçen herhangi bir disiplinin üyeleri, böyle bir öğretiyi benimsemeye yeltenmeleri halinde, kendi savundukları pozisyonun metafiziksel bir pozisyon olduğunu fark etmelidirler. Zira onların savundukları şey, herhangi bir rasyonel soruşturma biçiminin sınırlarını artık aşmaktadır. Böylece düşünüşümüzdeki metafiziksel boyutun altını oyma veya onu eleme girişiminin özyıkıcı olduğunu bir kez daha görüyoruz, çünkü bu girişiminin kendisi zorunlu olarak kendinde metafiziksel düşünceden bir parça barındırmaktadır.

Bu da gösteriyor ki, hakikatin bölünemezliği argümanı, bu argümanın yokluğunda metafiziğin temelsiz kalacağı bakımından, metafiziğin savunusu konusunda yegane argüman değildir. Bu da bizi şaşırtmamalıdır, çünkü hakikatin bölünemez olup olmadığı sorusu da dahil olmak üzere her şey potansiyel olarak metafiziksel soruşturmaya açıktır. Bu ise, öte yandan, hakikatin bölünemezliği argümanının beyhude veya fuzuli olduğu anlamına gelmemektedir. Zira, ben eleştirel bir soruşturmaya karşı hakikatin bölünemezliği öğretisinin direnebileceğini, lakin bu argümanın karşıtının direnemeyeceğini düşünüyorum. Ayrıca, böyle olmakla birlikte, metafiziğin bu argüman formunda, kendi gerekçelendirmesinin temellerini içerdiği söylenebilir. Bunun anlamı, metafiziksel akılyürütmenin, hakikatin bölünemezliği öğretisinin savunusunda kullanılabilir olduğu; ve bu öğretinin de dolaylı olarak metafiziğin vazgeçilemezliği tartışmasında bir argüman olarak kullanılabilir olduğudur. Bunu yapmak bizi kısır döngü safsatasına da düşürmez.

Doğallaştırılmış Epistemolojiden İtiraz

Bununla birlikte, kültürel ve tarihsel görececilerin yanında, evrensel bir disiplin olarak anlaşıldığı üzere, deneyimsel-olmayan yapıda olan geleneksel metafiziğin itibarını zedeleyen ve gerçekliğin temel yapısıyla ilgilenen başka kişiler de vardır. Örneğin, genelde ‘doğallaştırılmış epistemoloji’ olarak bilinen programa bağlı filozoflardan bahsedebiliriz.[2] Buradaki düşünce, insanoğlu tarafından erişilebilen ve ‘metafiziksel’ bilgi olarak adlandırılmaya değer herhangi bir bilgi türünün, bütünüyle biyolojik evriminin doğal süreçleri yoluyla olagelen doğal bir yaratık türü – daha doğrusu bir hayvan türü – kimliğimizle uyum içinde olması gerekliliğidir. Dahası, böyle bir bilginin doğasına dönük herhangi bir soruşturma, iddia edilebilir ki, kendi türümüzden yaratıkların bilişsel yetilerine dönük daha genel bir bilimsel bir soruşturmanın parçası olmalıdır. Böylece, epistemoloji – bilgi kuramı – tam olarak insan psikolojisine ait doğa biliminin bir parçası olarak anlaşılmalıdır, ki bu da biyolojik ve nihayetinde de saf anlamda fiziksel bir temele sahip olmalıdır. Ancak böylesi bir insan bilgisine dönük kavrayışın alanı nedir ve bu kavrayışın geleneksel metafizik bilginin varoluşunu tanımaktaki kaynakları nelerdir? Eğer böyle kaynaklar varsa bile bunlar çok azdır, diye düşünülebilir. Öyleyse, doğanın ‘tasarladığı’ bilişsel yetileri yalnızca  tehditkar bir çevrede hayatta kalabilmek için donanmış ve doğal olarak evrimleşmiş bir yaşam-formu nasıl olur da gerçekliğin temel yapısının bilgisi hakkında deneyimsel-olmayan bir bilgiye erişebilmektedir? Bu görüşe göre, eğer metafizik olanaklıysa, takdire değer tek ‘metafizik’ doğallaştırılmış metafiziktir. Bu da, iddialarının doğruluklarını biyolojik yetilerimiz aracılığıyla bilebileceğimiz ve ayrıca biyolojik ihtiyaçlarımız açısından da bize avantajlı olabilecek bir metafiziktir. Böylesi bir ‘metafizik’, iddia edilebilir ki, en azından doğa bilimine paralel olmalı veya muhtemelen onun bir parçası olmalıdır. Dolayısıyla bu görüşe göre, metafiziğin, temel bilim olan fizik ya da nihai olarak fiziğe indirgenemeyen özel-bilimlerden birinin aksine, herhangi bir doğa biliminin alanına girmeyen soruları yanıtlayabilecek donanıma sahip olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.

Bu düşünme tarzıyla ilgili sorun, bir daha yineleyelim, bu düşünüşün kendi altını oymaya eğilimli olması ve bunu yaparken geleneksel metafiziğin elenemezliğini ve vazgeçilemezliğini bize bir kez daha göstermesidir. Daha en başta, insanoğlunu bütünüyle doğalcı ve evrimsel bir şekilde ele alma fikrinin kendisi metafiziksel bilgi olanağını tehdit eder gibi görünmektedir. Bu kavrayış aynı zamanda bilimsel bilginin olanağını da tehdit etmektedir, çünkü doğal yollarla evrimleşmiş bir yaratığın nasıl olup da yıldızların oluşumu veya DNA’nın yapısıyla ilgili esrarlı meseleler hakkında bilgi edinme kapasitesine sahip olduğu eşit derecede gizemlidir. Tanışık olduğumuz başka herhangi bir hayvan türü böylesi bir bilimsel bilgiye sahip değildir veya hiç sahip olmamıştır. Böylesi bir bilgiye sahip olmanın türümüz için avantajlı olup olmadığı tartışılabilir. Gerçekten de, bu bilgi bizim nihai yok-oluşumuza sebep de olabilir. Daha da önemlisi, doğal seçilim kuramının getirdiği kısıtlamalar içinde, ilk insanların bu yeterliliğe nasıl ve neden ulaştıklarına dair kimsenin en ufak bir fikri yoktur. Öyleyse, doğa bilimleri günümüzde bizim gibi canlılarda doğa bilimine ilişkin bilgilerin nasıl olanaklı olduğunu açıklayamıyordur. Böylece, doğa bilimlerinin geleneksel metafiziğin bilgisinin bizim gibi canlılarda nasıl olanaklı olduğunu açıklayamaması, bize böylesi bir bilginin olanaklı olmadığını varsaymak için iyi bir gerekçe sunmaz. Eğer sunsaydı, doğa bilimsel bilginin bizim gibi canlılarda olanaklı olmadığını varsaymak için bizim de eş derecede iyi bir gerekçemiz olurdu ve bu da doğallaştırılmış epistemolojinin sırtını dayadığı evrim kuramı gibi bilimsel kuramlara inanmak için bizim artık herhangi bir temele sahip olmadığımız anlamına gelirdi.

Dahası, doğallaştırılmış epistemoloji görüşünün savunucusuyla şu anda yürütmekte olduğum tartışmanın kendisinin zorunlu olarak belirli metafiziksel varsayımlara dayandığına dikkat edilmelidir. Bu görüşün savunucuları nezdinde bu varsayımların bazıları tartışmalıyken, bazıları ortak biçimde savunulmaktadır. Özetle, doğallaştırılmış epistemoloji öğretisi ve bu öğretiyi desteklemek için öne sürülen türde argümanlar, bu öğretinin temel iddialarıyla çelişen metafizik bir boyuta sahiptir. Öyle ki, doğallaştırılmış epistemoloji savunucusu tüm insanlığı katı bir doğalcı kalıba sokarken, bu eylemin kendi payına, böyle bir doğalcılıkla kolayca uzlaşamayacak bir düşünce tarzını ele verdiğini fark etmemekte ve tuhaf bir öz-farkındalık eksikliği nedeniyle hatalı görünmektedir.

Kant ve Metafiziğin Olanağı

Ancak metafizik lehine yapılan bu savunma hamlelerinin bizi sonuç olarak metafiziksel bilginin olanağının açıklanma ihtiyacı olmadığına yöneltmesine izin vermemeliyiz. Metafiziksel bilginin olanağı bütünüyle doğalcı bir bakış açısıyla açıklanamayabilir. Ancak biz, bundan böyle bir olanağın olmadığını değil, sadece doğalcılığın yetersiz olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Bununla beraber, bu sonuç bize metafiziğin olanağını açıklamak için pozitif bir açıklama aramaya itmektedir. Burada oldukça önemli bir soru olan ‘Metafizik olanaklı mıdır?’ sorusunu ilk kez ortaya koyan Immanuel Kant’ı hatırlayabiliriz.[3] Kant’ın bu soruya yanıtı geleneksel metafiziğe (yani gerçekliğin temel yapısına yönelik rasyonel bir soruşturma biçimi olan metafiziğe) karşı düşmancaydı. Zira Kant için metafiziksel iddialar aslında zihinden-bağımsız [mind-independent] bir gerçekliğin –böyle bir gerçeklik var olsa bile– temel yapısıyla ilgili değil, daha ziyade gerçeklik hakkında rasyonel düşüncenin temel yapısıyla ilgilidir. Kant, metafiziksel iddiaların doğruluklarına yönelik deneyimsel-olmayan bilgilerimizin yalnızca rasyonel düşüncenin temel yapısıyla ilgili olan metafiziksel iddiaların kuruluşu yoluyla açıklanabileceğine ve doğrulanabileceğine inanmıştır. Buradaki varsayım, kendi düşüncemizin yapısının zihinden-bağımsız gerçekliğin aksine, bizim erişimimize sorunsuz bir şekilde açık olduğudur. Bu varsayımın kendisi sorgulanabilir. Öte yandan, daha temel olarak, Kantçı metafizik kavrayışa “eğer zihinden-bağımsız gerçekliğin yapısı hakkında bizim erişimimize hiçbir şey açık değilse, öyleyse benzer şekilde, kendi düşüncemizin yapısı hakkında da bizim erişimimize hiçbir şey açık olmaz” denilerek karşı çıkılabilir. Zira eğer bizim düşüncemiz zihinden-bağımsız gerçekliğin bir parçası değilse, aslında hiçbir şeydir. Ben burada ‘zihinden-bağımsız gerçeklik’ten var oluşları, bizim onları düşünmemize bağlı olmayan şeyler toplamını anlıyorum. Ancak, bizim kendi düşüncelerimiz, bizim onları düşünmemize bağlı olmayan bir varoluşa sahiptir. Dolayısıyla, kendi düşüncelerimiz bu anlamda zihinden-bağımsız gerçekliğin bir parçasıdır. Eğer onları düşünmüyor olsaydık, düşüncelerimizin var olmayacağı doğru olurdu; ancak bu, onların var olabilmesi için bizim onları düşünmemiz gerekiyor demek değildir. Bazı metafizikçiler var olan şeylerin yalnızca düşünceler ve bunları düşünenler, yani bu düşüncelere sahip olan şeyler olduğunu savunmuştur. Ancak bu, bahsi geçen anlamda zihinden-bağımsız gerçekliğin olmadığını savunan bir pozisyon değildir.

Süregelen bu argümana, bu argümanın metafizik iddialara ilişkin Kantçı bakış açısının doğasını yanlış ele aldığı söylenerek karşı çıkılabilir. Metafiziksel iddiaların bizzat zihinden-bağımsız gerçekliğin yapısına karşıt olarak gerçeklik hakkında düşüncemizin yapısı ile ilgilendiğini savunmak, bu türden iddiaların zihinlerimizde veya kafalarımızda cereyan eden gerçek psikolojik süreçler olarak anlaşılan herhangi düşünce özellikleri hakkında değil, düşüncelerimizin içeriklerinin yapısal özellikleri hakkında olduğunu söylemektir. Ancak düşüncelerimizin içeriklerinin yapısal özelliklerinin bizzat düşüncelerimizin özellikleri olmadığı tutarlı bir şekilde nasıl söylenebilir ki? Bir düşüncenin içeriği – yani düşüncenin ne hakkında olduğu – o düşüncenin özsel bir yanıdır, bu da o düşüncenin neliğini (identity) belirlemeye yaramaktadır. İki artı ikinin dört ettiğine ya da limonların ekşi olduğuna yönelik düşüncem, eğer bu düşünceye kaynaklık eden bir içerik olmasaydı, aynı düşünce olmazdı. Bu durumda, metafiziğin varsayılan anakonusunu, düşüncelerin içeriğiyle ilgili olup da düşüncelerin doğasıyla hiçbir ilgisi bulunmayacak bir şekilde sınırlayabilmemiz mümkün görünmemektedir. Bir kez daha söyleyelim, eğer bir düşünce zihinden-bağımsız gerçekliğin parçası değilse, bir hiçtir.

Belki de Kantçı bir düşünür bahsi geçen son eleştiriyi bir şekilde def etmeye çalışacaktır. Ancak ironik bir şekilde, bu amaçla yola çıkacağı herhangi bir girişim onun savunmaya çalıştığı pozisyonun altını oyacaktır. Zira böylesi bir girişimde bulunmak için Kantçı, sahici bir geleneksel metafiziğin bir argümanına başvurmak zorunda kalacaktır. Örneğin, bir düşüncenin içeriğinin o düşüncenin özsel yanı olduğunu reddetmek zorunda kalacaktır. Bu da zihin-bağımsız bir gerçekliğin öğeleri olarak anlaşılan belirli bir varolanlar (düşünceler) kategorisinin doğası ile ilgili belirli bir tezi reddetmek anlamına gelmektedir. Geleneksel metafiziğin herhangi rasyonel bir düşünür için kaçınılamaz olduğu bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda eleştirel ilgilerimizi yalnızca düşüncelerimizin içerikleriyle kısıtlayarak metafizikten kaçınma girişimi hataya mahkum gözükmektedir. İçerikle ilgili olan soruların kendisi kaçınılmaz bir şekilde sahici bir metafiziksel bir boyuta, yani yalnızca içerik hakkında düşüncelerimizin içeriğine sahip olmayan bir boyuta sahiptir.

Kant’ın; metafiziksel iddiaların doğasını gerçekliğin yapısından ziyade, gerçeklik hakkındaki düşüncemizin yapısı hakkındaki iddialarımız olarak yeniden tanımlama girişiminin nedeni, metafiziksel bilginin mutlak manada kesin ve deneyimsel-olmayan yapısının yalnızca bu şekilde açıklanabileceğine inanmış olmasıdır. Kant’ın akıl yürütmesine göre, eğer metafiziksel iddialar zihin-bağımsız gerçeklik hakkındaysa, bu iddiaların doğruluğu ile ilgili kesin bilgiye sahip olamayız. Ancak buna rağmen Kant, mutlak bir kesinlikle bazı metafiziksel doğrulukları bilebileceğimizi düşündü. Burada öncelikle şuna dikkat edilmelidir: Eğer metafiziksel doğrular zihin-bağımsız bir gerçeklikle ilgiliyse, onlar hakkında kesin bilgiye sahip olmamızın olanaklı olmadığını öne süren iddianın kendisi bile, Kant’ın yeniden tanımladığı anlamda değil, geleneksel anlamda bir metafiziksel iddiadır. Bu da Kant’ın metafiziği yeniden tanımlama girişiminin öz-yıkıcı doğasını bir kez daha göstermektedir. İkinci olaraksa, bu metafiziksel öne sürmenin doğruluğunun kabul edildiği durumda bile, geleneksel metafizik bilginin olanaksız olduğunu değil de (bunun kendisi her ne kadar geleneksel metafiziğin bir iddiası olsa da kendi altını oyan bir iddiadır), metafiziksel bilginin neredeyse hiçbir zaman kesin bilgi olmadığını –yani, metafiziksel bilgi-iddialarının yanlışlamaya veya çürütmeye karşı neredeyse hiçbir zaman dayanaklı olmadığını– söyleyerek neden karşılık vermeyelim? Neden biz metafiziğin bize, sonuçlarının (daha sonraki soruşturmalar ışığında tersine çevrilme olasılığının tamamen ötesinde olan) doğruluğunu güvence altına alan bir rasyonel araştırma yöntemi sunduğunu varsayalım ki? Matematikte bile böylesi geri-döndürülemez keşif metodlarına sahip olduğumuzu düşünmeyiz. Elbette, matematiksel bir ‘kanıt’ın geçersiz olduğu ‘kanıtlandığında’, ‘kanıt’ nitelemesi kaybolur. Bu nedenle, gerçek bir ‘kanıt’ın başarılı olmaktan başka bir şansı yoktur. Ancak bu, her bilginin tanım gereği doğru olanın bilgisi olduğunu ve takriben, ‘bildiğimiz’ bir şeyin doğru olmak dışında bir şansı olmadığını söylemek gibidir.

Metafizik ve Deneyimsel Bilgi

Elbette, geleneksel metafiziğin bilgi iddialarıyla ilgili daha büyük başka bir sorun vardır ki bu, metafiziksel bilgi iddialarının nasıl kesinliğe ulaşabileceği değil, nasıl deneyimsel-olmayacağıdır. Şimdi, dayanak veya doğrulama için deneyimsel kanıta dayanamama bağlamında, metafiziksel bilgi-iddiaları, deneyimsel olmadığı kabul edilen matematiksel bilgi-iddialarına benzer. Böylece şu sorun ortaya çıkar: Eğer metafiziksel bilgi-iddiları zihinden-bağımsız gerçekliğin temel yapısıyla ilgiliyse ve eğer bu yapı en azından bir ölçüde zorunlu değil de olumsalsa, bu durumda deneyimsel kanıta dayanmayan metafizik hakkında nasıl bilgi sahibi olabileceğimizi görmek oldukça zor olur. Zira görünüşe göre, yalnızca bu tür kanıtlar, içinde yaşadığımız dünyanın sahip olabileceği başka bir yapıdan ziyade, tek bir olumsal yapıya sahip olduğunu bize gösterebilir. Bu bakımdan, metafiziğin, soruşturduğu nesnelerin ve yapıların bütünüyle soyut olması nedeniyle, kendi içinde herhangi bir olumsallık unsuru barındırmayan matematikten ayrıştığı söylenebilir. Elbette sayılar, kümeler, fonksiyonlar ve benzeri matematiksel nesnelerin varsayılan soyut doğasının da onlar hakkındaki bilgimizi problematik kıldığı öne sürülebilir. Ancak bu, tümüyle farklı bir sebeptendir. Zira uzay ve zaman içindeki somut şeyler dünyasına ait olan zihinlerimizin tümüyle soyut olan nesneler arasındaki ilişkiyi nasıl kavradığını anlamak zordur. Öyleyse, bu tür bir düşünce bizi, mümkün olduğu ölçüde, metafizik bilgiyi deneyimsel bilginin bir türü olarak görmeye yöneltebilir. Ancak, nihayetinde metafiziğin meşru bir şekilde doğa biliminden ayrı olduğu veya ona bir anlamda önsel olduğunun nasıl iddia edilebileceği açık değildir. Biz nihayetinde, dünyanın doğasına ilişkin deneyimci bilimsel bir soruşturmaya paralel ilerleyen veya onun bir parçası olan ve bizim için erişilebilir olan tek bir metafizik türü olarak doğallaştırılmış epistemolojiyi kabul etmeye mecbur bırakılırız.

Görünüşteki bu zorluğa verilecek yanıt tahminimce şöyledir: Bir metafizikçi, tipik olarak olumsal olduğuna hükmettiği gerçekliğin bazı temel yapısal özelliklerinin varoluşu hakkında iddiada bulunduğu zaman, bu iddianın en azından kısmen de olsa deneyimsel kanıtlarla desteklenebileceğini kabul etmesi gerektiğini benimsemeliyiz. Zira metafizikçinin böyle bir iddiada bulunduğu yerde ona düşen, öncesinde bahsi geçen gerekçeler sebebiyle her ne kadar mutlak bir kesinlikle olmasa da, böylesi bir özelliğin en azından olanaklı olduğunu kanıtlamaktır. Buradaki temel nokta, deneyimsel kanıtın gerçekliğin olanaklı bir özelliği olmayan herhangi bir şeyin varoluşu için kanıt olamayacağıdır. Ancak gerçekliğin belirli bir özelliğinin varoluşunun olanaklı olduğunu tesis etmek yalnızca deneyimsel soruşturma araçlarıyla başarılabilecek bir şey genelde değildir, çünkü deneyimsel kanıt yalnızca bağımsız bir şekilde olanaklı olduğu gösterilebilen olgu durumları için bir kanıt olabilir. Böylece, metafizik gerçek varoluşun olanaklarını haritalamak amacı taşıyan entelektüel bir disiplin olduğu ölçüde, tıpkı matematik gibi, deneyimsel-olmayan bir anakonuya sahiptir. Metafizik bütün varoluşun neyi kapsayabileceğini keşfetmekle; yani, hangi varolan kategorilerinin var olabileceği, hangilerinin eş var olabileceğiyle ilgilenir. Olanakları haritalandırdıktan sonra, gerçekliğin temel yapısına ilişkin karşılıklı olarak birçok bağdaşmaz olanaktan hangisinin aktüel olarak geçerli olduğu sorusu geriye kalacaktır. Bu soru, eğer yanıtlanabilecekse, ancak deneyimsel kanıtların yardımıyla (geçici ve ihtiyatlı biçimde) yanıtlanabilir.

Olanaklılık, Kavramlar, ve Semantik

Böylece, metafiziğin göreviyle ilgili bu kavrayışta metafiziğin, gerçeklik hakkında düşüncemizin yapısından ziyade, gerçekliğin kendisinin temel yapısıyla sahici anlamda ilgilendiğini; ve aynı zamanda, metafiziğin, onu doğa biliminden ayıracak deneyimsel-olmayan bir karaktere sahip olabileceğini görürüz. Ancak yine de geride bir problem kalır: Nasıl olur da olanaklı olana yönelik deneyimsel-olmayan bilginin kendisi olanaklı olur? Bizim gibi canlılar için olanaklar dünyasının haritasını çıkarmak nasıl münkün olabilir? Elbette bu, belirli bir ölçüde tuhaf bir sorudur; çünkü bu soru, erişilebilirliği tartışma konusu edilen olanaklar alanının kendisine (ve dolayısıyla kendimize) yöneltilmiş bir sorudur. Farz edelim ki sonucunun bizim için olanaklar dünyasının haritalanmasının olanaksız çıkacağı bir argüman geliştirelim. Bu sonuç kendi altını oyar gibi gözükmektedir, çünkü sonucun kendisi olanaklar dünyası ile ilgilidir; ve bu, dünyanın bizim onu haritalamamızın olanaklılığını içermediğini savunmaktadır. Bizim bu sonuca inanmak için gerekçemiz ancak bu sonuç yanlışsa olabilir, dolayısıyla bu sonuca inanmak için hiçbir gerekçemiz yoktur. Acaba bu sonuç tartışmacının yaptığı bir hile olabilir mi? Öyle sanmıyorum. Bu, olsa olsa metafiziğin kaçınılamazlığı için bir başka örnek olabilir. Rasyonel varlıklar olarak olanaklar dünyası hakkında kendimizin en azından bir şey bilebildiğimizi düşünmek oldukça doğaldır. Bu şaşırtıcı olmamalıdır. Akılyürütmenin kendisi olanakların kavranmasına bağlıdır, çünkü geçerli bir argüman öncüllerin doğru olması durumunda sonucun yanlış olmasının olanaklı olmadığı bir argümandır. Rasyonel bir varlık da en azından bazı argümanların geçerliliğini ayırt edebilecek bir varlıktır.

Bazı filozoflar neyin olanaklı olduğu sorularının nihayetinde hangi kavramları kullandığımız veya sözcüklerimizin anlamları hakkında sorular olduğunu savunmaktadır. Örneğin, bir bekârın evli olmasının neden olanaklı olmadığına yönelik tek neden ‘bekâr’ sözcüğünün ‘evli olmayan’ anlamına gelmesidir. Eğer tüm olanaklılık, sözcüklerin anlamına bağlanırsa, ki bu da doğal olarak tamamen uzlaşımsaldır, belki de nihayetinde metafiziğin herhangi bir ontolojik anlamda haritalandıracağı bir ‘olanaklar dünyası’ yoktur. Sahiden de, metafizikçiye atamış olduğumuz görevin, bu görüşe göre sözlükbilimciye atanması daha uygun olacaktır. Ancak, aslında, tüm olanaklılığın sözcüklerin anlamlarına dayandığını varsaymak mantıklı değildir, çünkü sözcüklerin anlamlarıyla ilgili olanaklılıklar ve olanaksızlıklar vardır; ve bunlar, saçmalığa düşmeden sözcüklerin anlamlarına dayandırılamaz. Her halükarda, bekâr örneğimizde dönecek olursak, aslında bir bekâr için evlenmenin olanaklı olması tamamen mantıklıdır: bir bekâr için olanaklı olmayan şey evlenmek ve, sözcüğün Türkçe anlamı göz önüne alındığında, hâlâ doğru bir şekilde ‘bekâr’ olarak tanımlanmaktır. Bu da, sözcüğün anlamını düşündüğümüzde, olanaksız bir durumdur. Ancak bir bekâr için evlenmenin olanaklı olmasının anlamının sözcüklerin anlamıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Benzer şekilde, bir insanın iki kilometreyi dört dakikada koşmasının olanaklı olmasının ya da bir bardak suyun beş bardaklık bir sürahide tutulmasının olanaklı olmasının sözcüklerin anlamlarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar, şeyleri betimlemek için kullandığımız sözcüklerin anlamlarına değil, şeylerin doğasına dayanan gerçek olanaklılıklardır.

En azından bazı olanakların ‘kavramsal’ bir temele sahip olduğu zararsız bir anlamdan da bahsedilebilir. Bir bardak su ve beş bardaklık sürahi kavramları üzerine düşünmek, ikincisinin birincisini içerebileceğini bize ikna etmeye yeterlidir, tıpkı ikizkenar üçgen kavramı üzerine düşünmenin, onu iki eş açılı dik üçgene bölebileceğimizi bize ikna etmeye yeteceği gibi. Ancak bu, ne söz konusu olanakların ilgili şeylerin doğasında temellendiğini inkâr etmek anlamına, ne de bu olanakların yalnızca o şeyleri tanımlamak için kullandığımız sözcüklerin anlamlarında temellendiğini imâ etmek anlamına gelir. Çünkü belirli bir türden bir şeyle ilgili uygun bir kavram, o şeyin doğasını doğru bir şekilde kavramayı içermelidir. Örneğin, bir kişi, ikizkenar üçgenle ilgili olarak, hiçbir kenarı aynı uzunlukta olmayan üç kenarlı bir geometrik şekil kavramına sahipse, ikizkenar üçgenin bu tür bir şekil olmadığı için, ikizkenar üçgen hakkında yeterli bir kavrayışa sahip olamaz. Gerçek olanaklarla ilgili bir bilgiye kavramlar üzerine düşünülerek varıldığını söylemenin, öyleyse bir zararı yoktur. Doğru anlaşıldığında, bu, olanakların bizim dünyayı düşünme veya ‘kavramsallaştırma’ yollarımızdan bağımsız olarak var olduğunu ima etmek olarak görülmemelidir.

Anlamlar ve kavramlarla ilgili bu noktalara vurgu yapıyorum, çünkü bazı filozoflar ‘metafiziksel’ olarak karakterize etmeye yeltendikleri herhangi bir meşru iddia için dilde veya daha doğrusu anlam kuramında bir temel aramaktadırlar.[4] Birçok bakımdan, metafiziksel iddiaların statüsüyle ilgili böylesi bir görüş Kant’ın, metafiziksel iddiaların düşüncenin yapısıyla ilgili olduğu görüşünün modern bir versiyonudur. Gerçekten de, düşüncenin yapısının en temelde düşüncenin ifade edildiği dilin yapısı olduğunu  düşünen filozoflar için bu iki görüş gerçekten de özdeş olmasalar da oldukça yakındır. Her halükârda, Kantçılığa karşı öne sürülen benzer itirazlar semantik metafizik kavrayışı olarak adlandırdığımız kavrayışa karşı da öne sürülebilir. Farklı dillerin, sözcük dağarcığı ve dilbilgisi yapıları ile, o dili konuşan toplulukların farklı metafizik önkavrayışları yansıttığı büyük olasılıkla doğrudur. Bu durum doğru olsa bile, bu metafiziksel iddiaların sadece dile dayandığını göstermeye yaramaz. Bunun ötesinde, insanoğlunun içine doğduğu ve içinde eğitildiği dil topluluğunun metafiziksel önkavrayışlarına karşı çıkma ve bunları reddetmeye kabil olduklarını fark etmek gerekir. Bunu fark etmek için, aynı veya akraba dil topluluklarına mensup filozoflar tarafından yüzyıllar boyunca öne sürülen ve savunulan çok çeşitli metafizik sistemleri düşünmek yeterlidir. Sonuç olarak metafiziksel düşüncenin değişmez ve kaçınılmaz bir biçimde dilsel veya kültürel göreliliğe güçlü bir şekilde bağımlı olduğuna ilişkin herhangi bir kanıt aslında yoktur. Bununla birlikte, geleneksel metafiziğe yöneltilen görelilikçi eleştirilerin çürütülmesi için artık yeterli ölçüde gerekçe sunduğumu düşünüyorum.

Ontoloji ve Ontolojik Kategoriler

Bu bölümün başlarında Aristoteles’in, metafiziği olmak bakımından olmanın (being qua being) bilimi olarak gördüğünden ve bu sebeple, metafiziğin herhangi bir sınırlı anakonuya sahip özel bir bilime kavramsal olarak önsel olduğundan bahsetmiştim. Bu görüş ontolojiyi, yani ne türden varolan kategorilerin olduğunu ve bunların birbiriyle ilişkilerini inceleyen çalışma alanını, metafiziğin merkezine yerleştirmektedir. Bu görüş, bu bölümde açıkça savunmakta olduğum metafizik kavrayışla oldukça uyumludur: metafizik bir bütün olarak gerçekliğin temel yapısıyla ilgilenmektedir. Aristoteles, Kantçı varsayımsal hata (yani, metafizik varlığın kendinden ziyade varlık hakkındaki düşüncemizin yapısıyla ilgilenir) olarak sınıflandırdığım hataya düşmemiştir. Elbette yalnızca bu dünyada olan veya olabilen hakkındaki düşüncelerimizle meşgul olduğumuz sürece varlığın doğası hakkında rasyonel bir söylemde bulunabileceğimiz doğrudur. Ancak bu, şeylerin kendileri hakkındaki bir çalışmanın yerine şeyler hakkındaki düşüncemizin bir çalışmasını koyabileceğimiz anlamına gelmez. Bizim düşüncemiz, düşünmekte olduğumuz şeyleri ve bizi ayıracak, ve düşündüğümüz şeyleri bize erişilmez veya anlaşılmaz kılacak bir perde çekmez. Tam aksine, şeyler tam olarak bizim onları düşünebilmemiz sebebiyle bize erişilebilirdir. Düşündüğümüz şeyler bu sebeple, idealist filozofların varsaymaya eğilimli olduğu gibi onlar hakkındaki düşünüşümüz haline gelmez. Öyleyse bu kitabın kalanında, entelektüel bir disiplin olarak metafiziğin doğasıyla ilgili olarak Kant’tan ziyade Aristoteles’in izinden gideceğim. Yine de belirtmeliyim ki metafizikle ilgili diğer meselelerde Aristoteles’in görüşünü öne çıkarmak benim amaçlarımdan biri değildir. Özdeşlik, Süreklilik, Değişim, Zorunluluk, Olanaklılık, Nedensellik, Eyleyicilik (Agency), Uzay, Zaman, Hareket kavramlarının yanında incelediğim diğer bölümlerde bu yolu takip edeceğim. Zira, eğer böylesi temel metafiziksel kavramlar ve onların ilişkisellikleriyle ilgili açık bir anlayışa ulaşabilirsek, ancak o zaman bu kavramları başarılı bir şekilde gerçekliğin temel yapısını açıklama girişimlerimizde konuşlandırabiliriz.[5]

Bu kitapta ontolojik kategoriler üzerine ayrı bir bölüm ayırmadım çünkü bu veya şu varolan kategorisinin ontolojimiz veya varlık kuramımız (what there is) tarafından benimsenip benimsenmemesi gerektiği konusunda ortaya çıkan metafizik soruların ayrıntılı bir şekilde ele alınmasından bağımsız olarak, kategorizasyon konusunda bir tartışma başlatmak zordur. (Bu tartışmaya benzer bir tartışmayı 13. bölümde sürdürdüm, yine de burada bile odağım yalnızca belirli kategorizasyon meseleleri olmuştu; bazı sınıflandırma konuları da 19 ve 20. bölümlerde önemli bir yer tutmaktadır.) Yine de burada bir kategoriler sisteminin sahip olmasını beklediğimiz genel bir şemadan biraz bahsetmek yerinde olacaktır. Geleneksel olarak, bu tür sistemlerin çoğu hiyerarşik bir yapıya sahiptir ve tersine çevrilmiş bir ağaç şeklindedir; en üst kategori genel olarak varolan veya varlıktır. Var olan veya var olabilen herhangi bir şeyin tartışmasızca bir çeşit ‘varolan’ olarak betimlenebileceği görülmektedir. Bir sonraki en üst düzey kategorizasyon seviyesi ise bir tartışma konusudur. Örneğin bazı metafizikçiler bu noktada tüm varolanların en temelde tümellere ve tikellere bölünebilir olduğunu düşünürken, diğer metafizikçiler temel bölümlemenin soyut varolanlar (örneğin sayılar, kümeler, önermeler) ve somut varolanlar arasında olduğunu düşünmektedir.[6] Bu üst-seviye kategoriler daha sonra üçüncü kategori seviyesinde olan alt-kategori aralığına bölümlenebilir. Bu bölümlemelerin tam olarak nasıl yapılması konusunda metafizikçiler arasında bir uzlaşı olmadığını burada tekrar hatırlatmakta fayda var. Söz gelimi, bir metafizikçi tümeller kategorisini özellikler ve ilişkiler olmak üzere iki alt-kategoriye bölmek isteyebilir. Buna karşın, başka bir metafizikçi ise somut varolanlar kategorisini şeylere (kalıcı nesneler) ve olaylara bölmek isteyebilir. Bunun hakkında 13. bölümde detaylıca bahsedeceğim. ‘Şeyler’ ise daha sonra tözler ve töz-olmayanlar kategorilerine bölünebilir. İkincisine örnek olarak bir kum yığını veya bir çubuk demeti verilebilir. Bunlar herhangi bir içsel birlik ilkesinden yoksundurlar, ve varoluşlarıyla özdeşliklerini böyle bir ilkeye sahip şeylere (bitkiler, hayvanlar, moleküller, ve yıldızlar gibi, töz-olmayan varolanlara kıyasla, ‘töz’ olarak sınıflandırılabilecek şeylere) bağlarlar.

Bununla birlikte, kaçınılmaz olarak herhangi bir kategoriler hiyerarşisindeki yerinin kolay kolay belirlenemeyeceği bazı varolan türleri olacaktır. Söz gelimi delikler, boşluklar, ve gölgeler gibi varsayımsal varolanları nasıl sınıflandırmalıyız? Bu varolanlar somut mu, yoksa soyut mudur? Bunların ‘maddesel-olmayan nesneler’ olarak betimlenmesi uygun mudur, yoksa bunlar yalnızca ‘yoksun’ veya ‘mahrum’ varolanlar mıdır? Bu durumda onların aslında hiç de varlık olmadığını, olsa olsa ‘varlık-olmayan’ olduğunu mu söylemeliyiz? (Eğer biz gerçekten ‘varlık-olmayan’ları ontolojimize dahil etmek istersek, bu durumda ‘varolan’ kavramının en kapsayıcı ontolojik kategoriye gönderimde bulunduğunu kabul ettiğimiz ölçüde, ‘varolan’ ve ‘varlık’ kavramlarını eşanlamlı olarak ele almasak iyi olur.) Uzay ve zamanı da, çeşitli parçalarıyla (örneğin tikel uzay bölgeleri ve zaman anları) birlikte, benzer şekilde, sınıflamak eşderecede zordur. Bu konuyla ilgili bazı tartışmalara kitabın 5. bölümünde değinilecektir. Bu uyarıların ardından, anlatılanlar yalnızca görselle desteklensin diye, basit bir ağaç diyagramı aracılığıyla bir kategoriler sisteminin [bahsi geçen açıklamalara uygun bir şekilde] kısmen nasıl düzenlenebileceğini göstermem az çok yardımcı olacaktır (bkz. Şek. 1.1). Ancak bu diyagramın burada yalnızca görsel amaçla eklendiğini, onun kuşatıcı olmak veya tartışmaya kapalı olmak gibi bir iddiasının olmadığını vurgulamam gerekir.

A diagram of a structure

AI-generated content may be incorrect.

1. entities = varolanlar 2. universals = tümeller 3. properties (e.g. redness, circularity) = özellikler (örn. kırmızılık, dairesellik) 4. relations = ilişkiler 5. particulars = tikeller 6. concrete = somut 7. abstract (e.g. sets, propositions) = soyut (örn. kümeler, önermeler) 8. things = şeyler 9. substances (e.g. animals, molecules, stars) = tözler (örn. hayvanlar, moleküller, yıldızlar) 10. non-substances (e.g., heaps, holes?, shadows?) = töz-olmayanlar (örn. yığınlar, delikler?, gölgeler?) 11. events (e.g. explosions, collisions) = olaylar (örn. patlamalar, çarpışmalar)


[1] Bkz. J. L. Ackrill, Aristotle the Philosopher (Oxford: Oxford University Press, 1981), bölüm 9. Aristoteles’in Metafizik’inin İngilizce çevirisi için bkz. W. D. R. (ed.), The Works of Aristotle Translated into English. Cilt VIII: Metaphysica, ikinci edisyon (Oxford: Clarendon Press, 1928).

[2] Bu programın ana ilham kaynağı W. V. Quine’ın eseridir: özellikle bkz. ‘Epistemology Naturalized’, Ontological Relativity and Other Essays (New York: Columbia University Press, 1969) içinde. Tartışma için bkz. Hilary Kornblith (ed.), Naturalizing Epistemology (Cambridge, Mass.: MIT Press, 1985).

[3] Bkz. Immanuel Kant, Critique of Pure Reason, B22 Kemp Smith içinde (London: Macmillan, 1929), ss. 56-7.

[4] Örn. bkz. Michael Dummett, The Logical Basis of Metaphysics (Londra: Duckworth, 1991), giriş.

[5] Burada savunulan ve kitap boyunca benimsenen metafizik kavrayışa yönelik daha geniş çapta bir açıklama için bkz. The Possibility of Metaphysics: Substance, Identity, and Time (Oxford: Clarendon Press, 1998), bölüm 1. Metafiziğin doğasına ilişkin yakın dönemdeki diğer eserler için (bu eserlerdeki fikirleri tamamen olmasa da destekliyorum) bkz. Peter van Inwagen, Metaphysics (Oxford: Oxford University Press, 1993), bölüm 1; Michael Jubien, Contemporary Metaphysics (Oxford: Blackwell, 1997), bölüm 1; Michael J. Loux, Metaphysics: A Contemporary Introduction (Londra: Routledge, 1998) giriş; ve Frank Jackson, From Metaphysics to Ethics: A Defence of Conceptual Analysis (Oxford: Clarendon Press, 1998). Metafiziğin karakterine dönük eski ama hâlâ oldukça etkili olan bir başka açıklama için bkz. P. F. Strawson, Individuals: An Essay in Descriptive Metaphysics (Londra: Methuen, 1959), ‘gözden geçirilmiş’ ve ‘betimsel’ metafizik ayrımını yaptığı 9. sayfadan itibaren.

[6] En temel bölümlemeyi olumsal varolanlar ve zorunlu varolanlar arasında gören üçüncü bir görüş için bkz. Roderick M. Chisholm, A Realistic Theory of Categories: An Essay on Ontology (Cambridge: Cambridge Üniversitesi Yayınları, 1996), özellikle 3. sayfa. Ben ontolojik kategorizasyon hakkında The Possibility of Metaphysics, bölüm 8’de daha detaylı tartışıyorum. Ayrıca bkz. Joshua Hoffman ve Gary S. Rosenkrantz, Substance among Other Categories (Cambridge: Cambridge University Press, 1994), bölüm 1.


Karahan Uçar tarafından çevrilen bu metin, E. J. Lowe'un A Survey of Metaphysics adlı kitabının ilk bölümüdür.