Klasik iktisadın çöküp yerine neo-klasiklerin yükselişinin birkaç önemli sebebi vardı: Bunlardan ilki, karmaşıklaşan sanayi toplumunun daha nicel ve mikro olarak güçlü bir analize ihtiyaç duymasıydı. İkinci neden ise hepimizin bildiği bir isim olan Karl Marx’ın geliştirdiği eleştirilerdi.
Giriş
Merhaba, bugün sizlere makro iktisadi düşünce tarihine giriş düzeyindeki konuları ele alacağım yazı diziminin ilkini sunuyorum. Yazı dizimimizin birinci bölümünde, diğer yazılarda daha detaylı ele alacağım fikirlerin gelişimini görmeniz adına iktisadi düşünce tarihinin belli başlı isimlerini, teorilerini ve kavramlarını genel hatlarıyla tanıtacağım. Bu açıdan, klasik iktisatçılardan başlayarak 2000’li yıllara kadar olan zaman dilimindeki kuramsal gelişmelere değiniyorum fakat bazı heterodoks ekolleri daha sonra ele almayı düşünüyorum. Bu yazımda, çoğu ekolü size tanıtmış olacağım ve yazı dizimin diğer bölümlerinde bu ekolleri daha kapsamlı biçimde inceleyeceğim. Yazılarımın genel okuyucu kitlesi açısından bir iktisadi bilgi tazelemesi; akademik okurlar için de bir ders notları dizisi olmasını umuyorum... Şimdiden iyi okumalar dilerim.
Klasik İktisat ve Emek-Değer Teorisi
İktisat hakkındaki düşünceler Antik Yunan ve öncesine kadar götürülebilir; çünkü her toplum, şehirlerin işleyişi ve toplumu bir arada tutan düzen üzerine düşünmüştür fakat bu düşünceler 19. yüzyıla kadar sistematik bir düşünce haline gelmemişti.
Hepimiz iktisadın kurucu babası olarak Adam Smith’i biliriz. Bu gerekçesiz bir inanç değildir; zira Smith’in başardığı şey şudur: iktisadı ayrı bir alan olarak ele alıp değerlendirmesi ve uzun yıllar boyunca iktisadi görüşü etkileyecek terminolojinin temellerini atmasıdır.
Oysaki konu makro iktisada geldiğinde, genellikle kurucu baba, John Maynard Keynes olarak görülür. Bunun en temel sebebi, ilk defa Keynesyen devrimle holistik (bütüncül) bir ekonomi anlayışını geliştirilmiş ve iktisadın Robert E. Lucas ve Thomas J. Sargent'in ifadesiyle ''yöntem'' üzerine bir devrim yapılmış olmasıdır.
Klasik iktisatçılar söz konusu olduğunda ise aklımıza birtakım isimler gelir. Bunların en önemlileri Adam Smith, David Ricardo, Thomas Robert Malthus ve Jean-Baptiste Say gibi isimlerdir. Klasik iktisadın kurucu babası Adam Smith, İskoç Aydınlanmasından yoğun biçimde etkilenmiş ve çağdaşı olan David Hume’dan birçok kavram almıştır.
Adam Smith’in felsefi yönü, onun iktisadi düşüncesinin temellerini oluşturmuştur ve bu temel ise; klasik iktisat okulunun genel yönelimini, metodoloji ve araştırılan olgu bakımından derinden etkilemiştir. Örneğin, Adam Smith tarafından geliştirilen emek-değer teorisi, klasik iktisadın temel dayanak noktalarından biridir. Klasikler, mübadele değerinin arkasındaki reel değeri ararlar. Adam Smith, bu reel değeri emek-değer teorisi ile izah etmeye çalışır. Ona göre, kısa vadede arz ve talep mübadele değerini etkilese de uzun vadede fiyatlar bir denge seviyesine ulaşır ve bu noktada ürünün doğal fiyatı belli olur.
Smith’in emek-değer teorisine en büyük katkıyı David Ricardo vermiştir. Adam Smith, ürünü oluşturan güçleri açıklarken sermaye ve emek kavramlarına atıfta bulunurken; Ricardo ise sermayeyi bir ‘’gömülü emek’’olarak kavramlaştırmış ve böylece emek-değer teorisini daha tutarlı ve sistematik hâle getirmiştir. Bu açıdan, Smith’in ve Ricardo’nun sermaye-emek tanımlarını fedakârlık yaklaşımıyla yorumlayan Nassau William Senior ismine de dikkat çekmek gerekir. Senior’un kullandığı bağlamda sermaye ve emek yaklaşımı, üretimin gerektirdiği fedakârlık bakımından sakıncalıdır. Senior, burada sermayenin ve emeğin değerini kıtlığa bağlarken; sermayenin fedakârlığını da tasarruf olarak izah etmiştir. Bu görüş dönem bazın sol görüşlü çevreler tarafından mizah malzemesi olarak eleştirilmiş olsa da Avusturya Okulu’nun ‘’zaman-tercihi’’ kavramına öncülük etmiştir. Ricardo’nun ve Karl Marx’ın emek-değer teorisini geliştirirken önem atfettikleri bir kavram daha vardır: o da ‘’emek-zaman’’dır. Ricardo, emeğin nicel ölçüsü olarak zamanı kullanmıştır. Kafa karışıklıklarını önlemek için belirtmek gerekir ki elbette, emeğin niteliği heterojendir ve bunu sınırlı ölçüde dikkate alırlar.
Buraya kadar değindiğimiz kavramsal çerçeveyle beraber, klasik iktisatçıların politik iktisadın tanımını oluşturmaya çalışması o dönem için makro iktisadi tahlilin anahtarı olacaktır. Bu bakımdan en dikkate değer tanım, David Ricardo’ya aittir: ‘’İktisat, çıktının yaratılmasında rol oynayan sınıflar arasındaki bölüşüm kanunlarını araştırır.’’. Bu tanımdan önceki iktisadi düşünce tanımları daha çok servetin kökeni üzerine olan araştırmaları kapsamaktaydı; servetin bölüşümü ise ikinci planda kalmıştır.
Klasiklerin para teorileri ise parayı sadece bir mübadele aracı olarak görmelerinden kaynaklı eksiktir. Paranın yansız olduğunu düşünmüşler ve iktisadi olguların içeriğini değiştirebileceğini düşünmemişlerdir. Paranın yansız olduğu görüşü, ileride daha derin tartışmalara yol açmış, faillerin rasyonel olduğunun varsayıldığı bir dünyada paranın etkisi göz ardı edilmiştir. Klasikler arasında bu yaklaşımın tek istisnasının ise talep yetersizliklerinin reel üretime etki edebileceğini düşünen Thomas Robert Malthus olduğunu hatırlatmak gerekir.
Say Kanunu
Klasik teorinin en meşhur teorilerinden biri de Say Kanunu’dur. Jean Baptiste, Say tarafından geliştirilen bu yasa, klasiklerin ‘’tam istihdam dengesi’’ fikrinin temelini oluşturur. Bu görüş basitçe, arz edilen emeğin, ürünü satın alabilecek geliri elde etmek için oluştuğunu ifade eder ya da her ekonomi kitabında bahsedilen meşhur ifade ile “her arz kendi talebini yaratır” da diyebiliriz. Bu kanun, kaynakların yanlış dağılabileceğini reddeder ve arz fazlasının geçici bir kriz olduğunu savunur. Say Kanunu’nun en yaygın yorumu, emek piyasasıyla uyumlu bir toplam talep ve toplam arzın eşitliğini kabul eden yorumdur. Bu da uzun vadede rekabetçi bir piyasanın tam istihdam dengesine, hiçbir arz fazlası kriz oluşturmadan gelmesi demektir. Bu kanuna en yoğun eleştirileri ise Marx ve Keynes yapmıştır. Marx, kapitalist sistemin artan eşitsiz yapısının periyodik olarak meta bollaşmasına sebebiyet vereceğini ifade eder. Keynes ise tasarruf paradoksu üzerinden paranın yansızlığı varsayımını çürütür ve gayri iradi işsizlik olgusunu gösterir.
Klasik İktisadın Sınıf Analizi ve ''Malthus Felaketi''
Klasik iktisatçıların geliştirdiği önemli analizlerden biri de sınıf analizidir. Toplumu üç temel sınıfa ayırırlar: İlki, toprak rantı ile gelir elde eden aristokrat sınıf; ikincisi, sermaye kârı ile gelir elde eden kapitalist sınıf ve üçüncüsü, emeğini satıp ücret alarak gelir elde eden işçi sınıfı. Toplam üretimin değerini, bu üç sınıfın fonksiyonu belirler.
Sınıf ve toplum tahlillerine zaman zaman felaket öngörüleri de eşlik etmiştir. Bunlardan en dikkat çekici olanı, Thomas Robert Malthus'a aittir. Malthus, kendi çağının en çok eleştirilen yazarı olsa da yazdıkları oldukça ilgi çekici ve aydınlatıcıdır. Kuramının talihsizliği, özellikle sanayi öncesi toplumları açıklamak için kullanılmasıdır. Malthus’un öngörüleri, 20-30 yıl sonra derinleşen sanayi toplumunu açıklama konusunda ise yetersiz görülmüştür fakat özellikle günümüzdeki ekolojik iktisat gibi bazı heterodoks ekonomi anlayışları, onun teorisini hâlâ ufuk açıcı bulmaktadır. Bu görüşe katılmakla birlikte Malthus’un karamsar fikirleri, Aydınlanma düşüncesinin iyimser doğasına ters düştüğünden, birtakım iktisatçıların yoğun eleştirisine maruz kalmanın yanında görmezden de gelindiğini hatırlamak gerekir.
Maltus’un öngörülerinden bahsetmişken ‘’Malthus Felaketi’’ de değinmek gerekir. Malthus felaketi, geometrik artış gösteren nüfusun, aritmetik artış gösteren gıda üretimi tarafından karşılanamaması ile açıklanır. Yani, ‘’Azalan Verimler Kanunu’’na göre nüfus arttıkça kişi başına düşen gıda üretiminin azalacağını öngörür. Onun görüşünde, bu durumun dengelenmesi için, doğum oranlarını karşılayacak bir ölüm oranı olması gerekir ki nüfus kendi kendini regüle etsin. Ölüm oranındaki artış da ancak kıtlıklar, savaşlar ve hastalık gibi felaketler aracılığıyla gerçekleşebilir.
Laissez-Faire Anlayışı
Klasik iktisatçılar, ‘’laissez-faire’’ (bırakınız yapsınlar) anlayışını desteklemişlerdir. O dönemin yükselen kapitalist sınıfının çıkarlarını, eski düzenin adamları olan aristokratlara karşı savunmuşlardır. Devletin görevlerini, birkaç basit meseleye indirgerler ve kalanını piyasanın ''görünmez el''inin düzeltmesini beklerler. Devletin bu birkaç görevine örnek vermek gerekirse; hukuk sisteminin işletilmesi, kolluk kuvveti aracılılığıyla kamu güvenliğini sağlaması ve savunma gibi temel ve kapitalistlerce yerine getirilemeyecek görevlerdi. Tüm bunların yanında, kapitalistler için fazla maliyetli olan altyapı yatırımları da devletin bir görevi olarak görülmüştür.
Bu kamu iktisadi meseleler, neoklasiklere kadar önemli bir incelemeye tâbi tutulmamıştır. Neoklasik dönemde, Jules Dupuit tarafından ele alınan mesele, daha sonraları onun çalışmalarında ‘’fayda-maliyet analizi’’nin temellerini oluşturacak ve ‘’tüketici artığı’’ kavramını literatüre girmesini sağlayacaktır.
Klasik İktisadın Sonu ve Neo-Klasiklerin Yükselişi
Peki klasiklerin temel görüşleri böyleyse, klasik ekol nasıl tarihe karıştı? 19. yüzyıla kadar klasik iktisat, hâkim iktisadi paradigmaydı; marjinal fayda kavramı bulunmuş olmasına rağmen klasik iktisatçılar bu kavramı analizlerine dahil etmemişti. Klasik iktisadın çöküp yerine neo-klasiklerin yükselişinin birkaç önemli sebebi vardır: Bunlardan ilki, karmaşıklaşan sanayi toplumunun daha nicel ve mikro olarak güçlü bir analize ihtiyaç duymasıydı. İkinci neden ise hepimizin bildiği bir isim olan Karl Marx’ın geliştirdiği eleştirilerdir. Karl Marx, klasik iktisadın emek-değer teorisi gibi önemli kavramlarını kullanarak kapitalist ekonominin zayıflıklarını, periyodik kriz yaratma eğilimini, işçi sömürüsünü, meta bollaşmasını ve artan eşitsizliklerini göstermiş ve bu paradigmayı sarsmıştır. Liberal düşünce çevreleri, bu eleştirilere ve sınıf analizlerine klasik iktisadın terminolojisi içerisinden bir cevap üretememiş; bu durum da ''marjinalist devrim'' olarak nitelendirilen gelişmenin ortaya çıkmasını hızlandırmıştır.
Normal şartlar altında ‘’marjinal fayda’’ kavramı, ilk defa Daniel Bernoulli tarafından ‘’St. Petersburg Paradoksu’’nu çözmeye çalışırken keşfedilmiştir. Özetle, paradoksta matematiksel olarak sonsuz kazanç veren bir kumar oyununa insanların neden kısıtlı miktar para yatırmayı göze aldıklarını açıklamaya çalışan Bernoulli, artan kazancın her bir artışında sağlanan faydanın azaldığını ve artan her zararın daha etkili olduğunu göstermiştir. Bazı iktisatçılar, marjinalist devrimden önce bu kavramı iktisadi kuramlarına yedirmişlerdir. Bunlardan en önemlilerinden biri, Johann Heinrich von Thünen’dir. Von Thünen, ‘’Tarım ve Ulusal Ekonomi Bağlamında İzole Devlet’’ kitabında tarımsal mahsulün mekânsal dağılımını açıklamaya çalışır. Bir tüketim merkezi etrafında, üretim merkezlerinin nasıl dağılacağını gösterir. Bu modelde, ilk defa ulaşım masrafının marjinal etkisi dikkate alınır ve buna bağlı olarak, tüketim merkezine yakın ilk halkada ulaşım masrafına katlanamayacak, bozulabilir süt, sebze ve meyve gibi ürünler yer alır. İkinci halkada, odun ve avcılık; üçüncü halkada tarımsal mahsuller ve en dış halkada ise meralar ve hayvancılık bulunur.
Von Thünen’in ayrıca, çağının ötesindeki bir çalışması da marjinal fayda kavramını emek sömürüsünü analiz etme bağlamında yorumlamasıdır. Ona göre; aynı işi yapan işçiler, eşit ücret ödenmesinden ötürü aynı maaşı alır fakat her yeni gelen işçinin marjinal faydası bir öncekinden az olduğu için; kapitalist, son giren işçinin marjinal faydasına göre bir ücret belirler. Bunun üzerinde fayda sağlayan işçilerin yarattığı ek değer ise kapitalistin cebine gider ve onların kârı olur. Dolayısıyla Von Thünen’in tespitleri, çağdaşlarına tartışılacak bir alan açmıştır.
Marjinalist Devrim
Buraya kadar klasikleri ve ardından marjinal fayda kavramını kullanan bazı öncü isimleri gösterdik. Şimdi de klasiklerden neo-klasiklere geçişin sembolü olan marjinalist devrimi biraz inceleyelim.
Marjinalist devrim, marjinal fayda kavramı temelli yeni bir mikro iktisadın gelişmesini sağladı. Bu mikro temelli indirgemeci iktisat, ‘’neo-klasik iktisat’’ olarak adlandırıldı. Bu dönemde iktisat, daha sistematik bir araştırma alanı haline geldi ve matematiksel yöntem iktisadın içerisine yedirildi. Özellikle, Lozan Okulu’ndan Leon Walras, matematiksel ‘’genel denge tahlilleri’’ ile ün saldı.
Bu dönemin genelinde, tümdengelimci metot kullanılmaya devam edilmiştir. Stanley Jevons, Ronald Fisher, Gustav Cassel, Leon Walras, Vilfredo Pareto, Alfred Marshall gibi isimler, tümdengelimci yöntemin yanında sınırlı da olsa tümevarımcı yolları da kullanmışlardır. Matematiksel yöntemin ilk defa yaygınlaştığı bu dönemde, matematiğin iktisat bağlamında kullanılmasına karşı olan isimler de vardı. Bunların çoğu Avusturya Okulu temsilcilerinden olan iktisatçılardır. Ludwig Von Mises, Carl Menger, Friedrich Hayek vb. örnek verilebilir. Hatta bu Avusturyenler, başta Hayek olmak üzere, pozitivist yöntemin kapsamlı bir eleştirisini yapmışlardır. Ancak Hayek’in de marjinalist geleneğin bir devamı olduğu unutulmamalıdır. Çünkü, kendisi 20. yüzyılın Avusturyen iktisatçılarındandır. Avusturya İktisat Okulu’na bağlı Menger de Alman Tarihselci Okulu’nu eleştiriye tutmuştur. Bu okula ve ona yöneltilen eleştirilerden daha sonra bahsedeceğim. Matematiksel yöntemin kullanılmasına karşı olmasa da temkinli olan bir isim de Alfred Marshall’dır. Ona göre matematik, iktisadi düşüncenin özü olmasa da aracı olabilir.
Neo-klasiklerin bir diğer önemli noktası ise daha sonralarda John Maynard Keynes’in yoğun bir şekilde eleştireceği statik denge analizine bağlılıklarıdır. Bu dönemin iktisatçıları, uzun vadeli analizlerdeki dengenin ahengini beğenmiş olsalar gerek ki ayrıntılı statik analizleri, öncü birtakım dinamik analizlere tercih etmişlerdir. Bazı yorumculara göre, bunun gerekçelerinden biri, uzun vadeli denge analizlerinin ''laissez-faire'' ideolojisini destekleme amacı taşımasıdır.
Statik analizin en ciddi sorunuysa, uzun vadeli dengenin ve iktisadi olarak “normal” olarak tanımlanan olgunun gerçek hayatta test edilebilir olmamasıdır. Bu test edilemezlik, aynı zamanda kalkınma iktisadının da gelişmesinin önüne set çekmiştir. Nitekim, neo-klasiklere yöneltilen en büyük eleştirilerden biri de bu analizlerin gerçek hayatla örtüşmemesidir.
En başa dönelim: Marx, klasik iktisadı ve onların sınıf analizlerini geçersiz kılarak kendi ideolojisini güçlendirmişti. Peki, neo-klasiklerin bu konuya cevabı nedir? Neo-klasiklerin cevabı, sınıf kavramını görmezden gelmektir. Onlar, toplumu atomize edilmiş rasyonel bireyler ve firmalar olarak görürler. Bu bireyler ve firmalar rasyoneldir, kendi çıkarları peşinde koşarlar ve tam rekabet şartları altındaki piyasada mübadele edilirler. Bu yüzden de fazla indirgemeci bir mikro iktisat anlatısı geliştirmişlerdir. Klasiklerdeki mübadelenin arkasındaki nesnel değeri arama meselesi, onlarda yerini öznel değer yaklaşımına bırakmıştır. Değer özneldir; bireylerin tercihleriyle belirlenmesinden dolayı psikolojik bir yönü vardır. Böylelikle, tüm bu tartışmalardan kaçabilen neo-klasikler, marjinal faydayı kullanarak kendi üretim fonksiyonlarını, faiz teorilerini, ücretleri, piyasa dengesi gibi konuları analiz etmişlerdir.
Neo-klasik ekol içerisinde bazı istisnai isimler vardı. Özellikle, Alfred Marshall ve öğrencisi Artur Cecil Pigou’nun muhalif yaklaşımları burada kıymetlidir. Aynı zamanda, Keynes’in de hocası olan Alfred Marshall, marjinal fayda kavramındaki azalan verimleri kullanarak devletin yeniden dağıtım politikaları aracılığıyla daha eşitlikçi bir toplum yaratmasının, toplumsal faydayı maksimize edebileceğini savundu. Pigou ise mübadele değerinin içine dahil olmayan dışsallıkları gösterdi. Bu dışsallıklar, fiyat mekanizmasına doğrudan yansımasa da sosyal maliyetleri veya kazançları açısından toplum için birtakım sonuçları olmuştur.
Yukarıdaki kavramsal ve kuramsal gelişmeler doğrultusunda, artık Keynesyen devrim ve sonrasını inceleyebiliriz.
Keynesyen Devrim
Alfred Marshall’ın öğrencisi olan John Maynard Keynes, bugünkü makro iktisat tartışmalarının temelini atmıştır. Kendisi iktisadın yöntemi üzerinde önemli değişiklikler yaptı ve iktisadın daha niceliksel ve dinamik bir alan olmasını sağladı. Geliştirdiği holistik ekonomi anlayışı, neo-klasiklerin metodolojik bireyci anlayışlarına ciddi bir eleştiri getirdi. Aynı zamanda, Say Kanunu’na yaptığı eleştiriler de uzun tartışmalara yol açarak klasik iktisadı zayıflattı.
Keynes; klasiklerin uzun vadeli, statik sistemlerini eleştirdi ve onların sözde ahenginin geçersiz olduğunu gösterdi. Keynes’in bu fikirlerinin yaygınlaşmasının sebebi, 1929 Büyük Buhran’ın etkileriyle ilintilidir. Klasikler geliştirdikleri modeller ne krizlere çözüm oluyor ne de krizleri açıklayabiliyordu. Onlara göre, bu krizler geçici şeylerdi ve piyasalar uzun vadede dengeye gelirdi. Keynes, meşhur “Uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız.” sözünü işte tam olarak bunun için söylemiştir.
Alfred Marshall ve Cambridge ekolünün etkisiyle Keynes; ekonomi alanını, politika yapıcıların dünyayı daha iyi bir yer haline getirme ihtimalinin aracı olarak okumuştur. Keynes’in çalışmalarının en devrimci yönü; klasiklerin iddia ettiği, herkesin kendi bireysel çıkarı peşinde koşması halinde, öz çıkarla sosyal refahı uzlaştıran ‘’görünmez el’’ mekanizmasına doğrudan meydan okumasıdır.
Keynes’in iktisat analizleri, klasiklerin aksine arz temelli bir yaklaşım değildi. Onun yaklaşımında milli gelir; atıl kapasite olan kapalı ekonomide, hane halkları ve firmalarca planlanan harcamalara bağlı olduğunu gösteren ‘’efektif talep ilkesi’’ne bağlıydı. Gelire bağlı içsel tüketim ve tasarruf kararlarını klasikler gibi faize bağlamıyordu. Yatırım kararı ise sermayenin marjinal etkinliğine ve faize bağlıydı. İstihdamın ve üretimin yatırıma bağlı olduğu bu analize bir de belirsizlik vurgusu ekleyen Keynes, bu dalgalanmalar sonucu oluşabilecek krizleri de dikkat çeker.
Keynes’in genel teorisinin en kilit kavramlarından biri de ‘’çarpan mekanizması’’dır. Çarpan mekanizmasını anlamak için otonom yatırımı da bilmekte fayda var. Otonom yatırım, gelire bağlı olmayan nedenlerle yapılan yatırımdır. Beklentiler, hükümet politikaları, faiz gibi faktörler, bu nedenlerden bazıları olabilir. Çarpan mekanizması şöyle işler: Otonom yatırım yapılır; toplam harcamaya bağlı üretim artar ve atıl kapasitedeki üretim tesisleri istihdamı arttırır; yeni gelirlerin bir kısmı tasarruf edilirken kalanı harcanır; bu harcama tekrar talebi yükseltir ve bu mekanizma azalarak devam eder. Böylece, 10 birimlik yatırım 30 birimlik bir çarpanı tetikleyebilir. Bu çarpan mekanizması da Keynesyen iş çevrimlerinde alt ve üst noktaların belirlenmesinde kullanılır.
Keynes’in belki de en önemli katkısı, geliştirdiği dinamik modelle politika yapıcılara, kriz dönemlerinde bir devlet müdahalesi kılavuzu sunmasıdır. Böylelikle Keynes, artık sadece kâğıt kalem üzerinde yapılan analizlerin ötesinde, iktisatta normatif yönü olan tartışmaları da tetiklemiştir. Elbette, bunu sadece o başardı demek istemiyorum; en nihayetinde, Marksistlerden tutun Alman tarihselci okuluna kadar pek çok akım normatif tartışmalara katkı yapmıştır. Ancak, klasik liberal öğretinin dışında bir tartışmayı ana akım iktisadın içerisine sokmayı Keynes başarmıştır.
Keynes Sonrası Tartışmalar
Keynes, iktisat literatürünü etkiledikten sonra, halefleri de onun görüşlerinden etkilenmiş ve uzun süre ana akım iktisadın tartışma konusunu bu çerçeve oluşturmuştur. Bazı iktisatçılar, onun görüşleri ile neo-klasik iktisadın bir sentezini oluşturmaya çalışmışlardır. John Hicks, Paul Samuelson, Franco Modigliani gibi isimler bu akıma örnek olarak gösterilebilir. Bu iktisatçılar, Keynes’in fiyat katılıkları ile neo-klasikleri birleştirmeye çalışmışlardır. Özellikle, Modigliani’nin Keynes’in mikro temelleri üzerine olan uğraşlarına rağmen fiyat katılıklarını rasyonel faillerle açıklamakta güçlük çekmişlerdir. Samuelson’ın 45 derecelik çapraz diyagramı, iktisat öğrencilerine ders kitaplarında okutulmuş ve Keynesyen iktisadın popülerleşmesine katkıda bulunmuştur. En ciddi eksiklikleriyse Keynes’in belirsizliklerini ihmal etmeleridir.
Birtakım iktisatçılar da Keynes’in mikro temellerini değiştirmeye çalışmış ve bu yolla gayri iradi işsizlik temelli sorunlarına açıklama getirebileceklerine inanmışlardır. Alan Coddington, bu görüşleri,‘’yeniden düzenlenmiş indirgemeciler’’ olarak değerlendirir. Özellikle, Don Patinkin’in esnek fiyatların ve tam rekabetçi piyasanın gayri iradi işsizliği barındırabileceğini fakat piyasanın bu şokları göğüsleme kapasitesinin bir koordinasyon ve bilgi meselesi olduğu iddiası, bu akımın temel noktasıdır. Keynesyen iktisadın mikro temellerini geliştirmenin yanı sıra IS-LM modeli, çarpan mekanizması gibi makro modellerin de geliştirilmesine katkı sunmuşlardır. Robert W. Clower ve Axel Leijonhufvud’un çalışmalarıysa neo-klasik iktisadın koordinasyon, bilgi, zaman gibi problemlerini gösterip Walrasgil müzayedeci yaklaşımı sorguladılar.
Tüm bunların yanı sıra, Coddington’ın Keynesyen yaklaşımlara yönelik ‘’Fundamentalist Keynesyenler’’olarak adlandırdığı bir yorumu daha vardır. Fundamentalist Keynesyenler, teorilerini Keynes’in tutarsız beklentileri, belirsizlik koşulları altındaki tercihleri gibi psikolojik faktörlere dayandırırlar. Matematiksel mikro modelleri, diğer yorumlara göre, daha az tutarlı bulurlar ve tarihsel süreçler, kurumlar gibi yapıları incelerler.
Tüm bu yorumların dışında Keynesyen paradigmaya muhalefet eden ekoller vardır. Bunlarını başını monetaristler, yeni klasikler ve İş Döngüleri Teorisi (RBC) çeker. Monetaristler, Milton Friedman ve Edmund Phelps gibi iktisatçıların fikirleri çevresinde şekillenir. Monetaristlerin temel başarı noktası, Keynesyen paradigmadaki ‘’Phillps Eğrisi’’ne yönelttikleri eleştirilerdir. Phillips Eğrisi, kısaca, işsizlik ve enflasyon arasında bir denge olduğunu savunan yaklaşımdır. Uzun süreler boyunca tartışılmış bu yaklaşımın en büyük açığı, 1970’lerdeki staglasyon döneminde yani hem enflasyonun hem de işsizliğin yüksek olduğu dönemde gözlemlenmiştir.
Friedman’ın en büyük başarısı, eğrideki bu kaymayı doğru tahmin etmiş olmasıdır. Keynesyen teorinin gözden düşmesinde sadece bu tarz sorunlar değil, aynı zamanda mikro ve makronun birbirinden ayrık yapısının entelektüel olarak tatmin edici olmaması da önemli rol oynar.
Monetarist teorinin temelinde, ''enflasyonu hızlandırmayan işsizlik oranı'' (NAIRU) kavramı vardır. Bu oran, doğrudan doğruya ‘’Phillips Eğrisi’’ne bir eleştiridir. Uzun vadede, Phillips Eğrisi dikleşir ve para politikası aracılığıyla işsizliği değiştiremezsiniz, işsizlik doğal oranına dönme eğiliminde olur. Bunun sebeplerinden biri, insanların enflasyon beklentilerini güncellemeleridir. Monetarist iktisadın temel varsayımlarından biri de ''uyarlanmış beklentiler teorisi''dir. Buna göre, failler geçmişteki gözlemleri aracılığıyla gelecekteki fenomenleri tahmin ederler. Bu teori, daha sonralarda politika yapıcıların gündem değişiklikleri ile gerçekleşen şoklara karşı tepkisiz kalmaları, faillere indirgemeci yaklaşması gibi farklı eleştirilerle karşılaşmış ve yeni gelişen rasyonel beklentiler teorisi gibi yaklaşımların altında ezilmiştir. Monetaristlerin yaklaşımı, başta çokça atıf alsa da zamanla arz şoklarını açıklayamaması, para arzını ölçülemez bir orana entegre etmesi, işsizlik krizleri gibi meselelere tam bir analiz sunamamasıyla ve Keynesyen modele alternatif olma iddiasının zayıflamasıyla yerini yeni teorik ekollere bıraktı.
1970’lerde John Muth tarafından geliştirilen rasyonel beklentiler teorisi, Robert Lucas ve Thomas Sargent gibi iktisatçılarca makro modellere entegre edilerek yeni bir paradigmaya dönüştürüldü. . Bu dönemde, Monetaristlerin gözden düştüğünü görülürken Reel İş Döngüsü (RBC) ve Yeni klasik İktisat teorilerinin yükselişini gördük. RBC’nin konjonktür dalgalanmalarını piyasa başarısızlığı olarak görmeyen yaklaşımı, talep şoklarını ikinci plana atmış ve teknolojik, teknik şokların piyasa faillerince pareto optimal yanıtlarla karşılandığını iddia etmişlerdir. Rasyonel beklentilerde ise faillerin model bilgisi ve mevcut bilgileri kullanarak en rasyonel beklentiyi oluşturacakları düşünülerek makro modeller oluşturulmuştur. Bu düşünce başta, sistematik hataların çözüldüğünü gösterse de failleri fazla soyutlayan yönüyle ciddi eleştirilere maruz kaldı. Bu iki akım da makro iktisadi olguları açıklamakta yetersiz kaldı ve empirik verilerle desteklenemedi.
Keynes sonrası tartışmaların alev aldığı ortamda,‘’İki Cambridge Tartışması’’ olarak bilinen meşhur bir karşılıklı atışma yaşandı. Tartışma, İngiltere’nin Cambridge Üniversitesi ile ABD’nin Cambridge çevresi (Harvard, MIT gibi okullar) arasında geçtiği için bu adı alır. Bu tartışma, özü itibariyle neo-klasik sermaye teorisi hakkındadır. Neo-klasikler; sermayeyi, homojen ve nicel bakımdan ölçülebilir olarak görürler. Cobb-Douglas üretim fonksiyonu gibi fonksiyonlar tamamen bu mantığa dayanır. Neo-klasiklerin faiz teorisi de bu çerçevede, sermayenin marjinal verimliliği üzerinden açıklanır. Diğer taraftan, Piero Sraffa, Joan Robinson, Nicholas Kaldor gibi Cambridge UK iktisatçıları, bu sermaye fikrinin yanlışlığını ifade etmişlerdir.
1970’lerdeki stagflasyon ortamından sonra, Gregory Mankiw, David Romer gibi iktisatçıların başını çektiği Yeni Keynesyen akım gün yüzüne çıktı. Bu yaklaşım, dönemin mikro iktisat yenilikleri ile Keynesyen iktisadı birleştirme çabalarının bir sonucuydu. Phillips eğrisine yapılan muhalefetlerden sonra Yeni Keynesyen Phillips Eğrisi (NKPC) modelini geliştirdiler. Bu modelle kısa vadede çıktı açıklarını, enflasyon ve fiyat baskılarını, onlara rasyonel beklentiler geliştiren faillerle açıklamaya çalıştılar. Bu modelde ilk göze çarpan şey, fiyat ve ücret katılıklarını mikro temellerle açıklanması (örneğin: menu cost) ve kısa vadeli politika bağımlılıklarına açık kapı bırakmalarıydı. Bu yaklaşımlar, günümüzde kullanılmaya devam eden DSGE (Dynamic Stochastic General Equilibrium) gibi mikro temelli makro modelleri oluşturdular.
(Devam edecek...)
Yazı dizimizin birinci bölümün sonuna geldik. Buraya kadar, kısaca makro iktisadi düşünce tarihinin Yeni Keynesyen iktisada uzanan evrimini; temel isimler, kavramlar ve teoriler üzerinden açıklamaya çalıştım. Sonraki bölümlerde ise bu bölümde değindiğim ve ileride bahsedeceğim diyerek kenara koyduğum konular hakkında derinlemesine yazacağım.
KAYNAKÇA
· Snowdon, B., & Vane, H. R. (2005). Modern macroeconomics: Its origins, development and current state. Edward Elgar Publishing.
· Robbins, L. (2000). A history of economic thought: The LSE lectures. Princeton University Press.
· De Vroey, M. (2016). A history of macroeconomics from Keynes to Lucas and beyond. Cambridge University Press.
· Cevizci, A. (2005). Felsefe tarihi: Thales’ten Baudrillard’a. Say Yayınları.
· Kazgan, G. (2012). İktisadi düşünce veya politik iktisadın evrimi. Remzi Kitabevi.
· Weingast, B. R., & Wittman, D. A. (Eds.). (2006). The Oxford handbook of political economy. Oxford University Press.
Yorumlar ()