Hirayama, işi yalnızca zahmetli bir yükümlülük olarak görmenin ötesine geçmiştir. Onun için çalışma artık sadece zamanı para için feda etmek değildir; işini yapma eyleminin kendisi, başka bir şeye – anlamlı bir şeye – hayat verir.
Bu yazı, katı bir akademik yapı iddiası taşımaksızın, Perfect Days filmini Joanne Ciulla’nın The Working Life: The Promise and Betrayal of Modern Work adlı eseriyle birlikte okuma girişimidir. Ciulla’nın kitabı, beni çalışmanın etiği ve onun boş zaman, karakter ve emek ile usulca yarattığı anlamı daha derinlemesine düşünmeye sevk etti. Filmi ilk izlediğimde birçok sahne içimde bir şeyleri harekete geçirse de bu duyguların ardındaki asıl anlam belirsiz kalmıştı. Ancak Ciulla’nın kitabını okuduktan sonra bu izlenimler daha tutarlı ve somut bir anlam kazandı.
Birbirinden Farksız Günler: Çalışmanın Ritmi ve Sessiz Anlamı
Perfect Days, bize sakin, yavaş ve yalnız bir hayat süren Hirayama’nın hikayesini anlatır. Her yeni bir gün, bir öncekini yansıtır onun hayatında. Her sabah, yaprakların fısıltısına ve sokakların süpürülme sesine uyanır. Yatağını toplarken, başucunda bir kitap durur; uykuya dalmadan önce okuduğuna dair sessiz bir ipucu. Film, onu yavaşça tanımamıza izin verir, tıpkı onun hayatının gölgesi olmuşuz gibi. Onu bekleyen gün için hazırlanır, bitkilerini sular; büyük bir dinginlik içerisinde yapar bunları. Üniformasını gördüğümüz an, anlarız: Hirayama, Tokyo’nun halka açık tuvaletlerini temizler, işi budur. Bu ayrıntı, ona bir adım daha yaklaşmamızı sağlar. Sanki bir insanın ne iş yaptığı, o işi nasıl yaptığını değil de, kişiliğinin bir parçasını yansıtabilirmiş gibi. Belki de onun mutsuz olmasını bekleriz, sonuçta birazdan tuvaletleri temizleyecektir; yorucu ve az kazandıran bir iş. Ne var ki, Hirayama kapıdan çıkar çıkmaz günü selamlar, göğe bakar. Biz de ona bakarız ve gözlerindeki ışıltıda dünyaya hâlâ saf bir hayranlıkla bakan bir parıltı yakalarız. Merak duygusu etrafımızı sarar, Hirayama bize tuvaletleri temizlemeye giden birine göre neredeyse fazla neşeli görünür. Tuhaf ve istemsiz bir şekilde, bu kadar huzurlu olabilmesi mümkün mü diye düşünebiliriz.
Hirayama, çoğu insanın yük olarak göreceği bir işte bu sessiz sevinci bulmuş gibidir. Her gün aynı tuvaletleri aynı özenle temizler; iş arkadaşının ona, “nasıl olsa yine kirlenecekler” diye hatırlatmasına ve hatta Hirayama’nın da bu gerçeği kalbinin derinliklerinde bilmesine rağmen. Ciulla (2000) şöyle yazar: “İş, bizim için çalışır. Bize anında disiplin, kimlik ve değer sunar. Zamanımızı güvence altına alır ve hayatlarımıza bir ritim dayatır… ve belki de en önemlisi, iş her gün bize ne yapmamız gerektiğini söyler” (s. 7). Bunun ışığında, her günün nasıl gelişeceğini önceden bilerek uyanmak ve bir bakıma günü zaten önümüzde serilmiş hâlde bulmak, onu sıkıcı ve değerden yoksun kılmasa da – ki bazıları için kılabilir de – bize yine de bir tür disiplin bahşeder; öyle bir disiplin ki, belirsizliğe pek az yer bırakır ve böylece bizi en başından itibaren zaten güvence altına alınmış bir yolda ilerletir.
Hirayama; sıkıcı, tekdüze, ürpertici biçimde birbirinin aynı görünen günlerde bir ritim görür, tıpkı herkesi etkilemeyen bir şarkının melodisinin ona hitap etmesi gibi. Takip edilecek bir ritim, onu hayata, gerçek olana sıkıca bağlayan bir örüntü... Belki de işinin tekrara dayalı, öngörülebilir zorluğundan doğan değeri fark eder. Tanıdık dalgalarla sörf yapan biri gibi, kendini alışagelmiş akıntıların içinde keşfeder ve onların içinden huzurlu bir güzellik yaratır.
Çalışmanın sürekli tekrar eden ritmi, hayatı tekdüzeliğe indirgemekten ziyade, kişinin kendi emeğinden etkin bir biçimde anlam yaratması ve bir yandan da işine anlam katmasını sağlayan kişisel bir ahengi açığa çıkarır. Çalışmanın anlamı, o işi yapan kişiden ve onun kattığı anlamdan kolayca ayrılmaz. Çünkü çalışmanın değeri, onun nasıl kullanıldığı ile derinden bağlıdır: İnsanların ona dokunuşlarıyla nasıl şekil verdiğinde, fikirleriyle nasıl zenginleştirdiğinde ve kalplerinde onu nasıl diri tuttuklarında gizlidir. İş kavramını işçiden ve onun işine yüklediği anlamlardan ayırmak yapay, hatta anlamsız bir çaba gibi görünür. Belki de asıl nokta, çalışmayı yalnızca bir eylem olarak değil, işin özüne bağlanmış ayrılmaz değerler ve fikirler olarak kavrayabilmektir. Yapılan işe anlam kazandırma gücü, kişiden gelir; kendi motivasyonundan, hayata olan yönelimlerinden. İşin zorlukları, ilk bakışta ne kadar alev alev yanıyor gibi görünse de sönmeye yüz tutmuş bir kıvılcıma dönüşür. Hirayama, işinin dışında durup ona öylece bakmaz; işinin içindedir. Artık iş, onun için yalnızca bir etkinlik değildir; yerine getirmek zorunda olduğu görevi tuvalet temizlemek olsa dahi, işi onunla bütünleşmiştir. İşini değerleri, sezgileri ve bütün benliğiyle yerine getirir. Yaptığı iş zor ve yıpratıcı olsa da ona yüklenen anlam, işin yalın zorluğunu aşmayı başarır. Hirayama için, gürültü dolu bir mücadeleden, sessiz bir anlam yükselmeye başlar. Hirayama, çalışırken yalnızca zaman öldürmez, harcadığı zamana bütünüyle sahip olur; zaman onun ellerinde yeniden şekillenir. Kayıp gitmek yerine, dışsal bir görev olmaktan çıkıp içsel bir eşlikçiye dönüşür. Yine de işini özenle, başkalarının yararına yapıyor olmasına ve bu iş derin bir anlamla yüklü olmasına rağmen, bu anlam her zaman dünya tarafından fark edilmez. Bu durum, emeğin tanınmasındaki saf adaletsizliği gözler önüne serer.
Gölgelerde Kalan Emek: Adalet ve Görülme Arzusu Üzerine
Hirayama’nın işine yüklediği o ince anlam, her zaman aynı zarafetle karşılık bulmaz. Film bu adaletsizliği, yani anlamlı emeğin göz ardı edilişini öyle bir şekilde yakalar ki sessiz olsa dahi derinden hissedilir. Filmde bana göre en yıkıcı sahnelerden biri, Hirayama’nın işini özenle yaptığı sırada, parktaki tuvaletlerden birinde kaybolmuş bir çocukla karşılaştığı sahnedir. Küçük çocuk ağlıyordur ve annesini kaybetmiştir. Tereddüt etmeden, Hirayama çocuğun elinden tutar ve annesini bulmasına yardım eder. Çok geçmeden anne ortaya çıkar, çocuğun adını haykırarak ona doğru koşar. Kadın, Hirayama’ya tek kelime teşekkür dahi etmeden çocuğu ani bir hareketle yanına çeker. Ardından birkaç ıslak mendil çıkarır ve çocuğun elini – Hirayama’nın tuttuğu eli – sertçe siler. Hirayama öylece izler, her şeyi görür; yüzünde neredeyse adı konulamaz bir ifade vardır, belki de hüzün. Görünüşe göre, bazı insanların gözünde, tuvalet temizlemek bir insanı kirli ve dokunulmaz kılmak için yeterlidir. Buna rağmen, uzaklaşırlarken, küçük çocuk arkasına dönüp Hirayama’ya el sallar. O kısacık anda bir şey Hirayama’ya derinden dokunur, içindeki hüznü yumuşatır. Belki de bu, yaptığı şeyin doğru olduğunu bilmenin verdiği histir, kimse ona teşekkür etmese bile o an, değerini bir başkasında görür.
Hirayama’nın, tanımadığı birinin gözünde görünmez olması, toplumun bazı emek türlerinin değerini nasıl ölçtüğünü yansıtır. Ancak bu umursamaz tavır, bir yabancıdan değil de insanın kendi ailesinden geliyorsa daha çok incitir, bambaşka bir hüznü ortaya çıkarır. Filmin başka bir sahnesinde Hirayama uzun süredir görmediği kız kardeşiyle kısa ama acı bir karşılaşma yaşar. Kız kardeşi ona inanmak istemeyen gözlerle bakar ve sanki Hirayama çok büyük bir suç işlemiş gibi sorar: “Gerçekten tuvalet mi temizliyorsun?” Bu soru Hirayama’yı derinden yaralar, gözleri dolar. Kız kardeşi gittikten sonra çöker ve hissettiği keder onu hızla sarsar. Yine de bu yoğun hisleri, bana kalırsa, işinden kaynaklanan bir utanç değildir. Asıl acı, kız kardeşinin gözlerindeki bakıştan gelir; neredeyse bir acıma, kelimelere dökülmemiş bir yargı. Hirayama’nın kalbindeki sızı, tanınmamaktan kaynaklanır; ona en yakın olması gereken kişinin bile onun özenle bir onur biçimine dönüştürdüğü emeği fark edememesiyle artar. Yabancı, parkta karşılaştığı kadın gibi biri değil, kendi kız kardeşidir. Taşıdığı bu yük, onu zaman zaman ezebilecek kadar ağırdır.
Bu sahneler, Hirayama’nın sessiz kederinin ötesine uzanan bir gerçeği ortaya koyar; daha geniş bir çerçeveye ışık tutar: toplumun emeğe ve emeğin sahibine bakışına. Herkes halka açık tuvaletlerin temiz olmasını ister; okullarda, kütüphanelerde, parklarda, iş yerlerinde tertemiz tuvaletler hayal ederiz. Ancak, bu ortak temizlik arzusu, bazıları için, o temizliği sağlayan elleri küçümsemekle iç içe geçmiştir. Sanki ortaya çıkan sonuç, temiz bir tuvalet, onu temizleyen kişiden tamamen bağımsız var olabilirmiş gibi… Neredeyse tuvaletler kendi kendini temizleyebilirmiş gibi. Ele aldığım bu iki sahne, âdeta evrensel olan bir insan isteğiyle ilgili son derece tuhaf bir durumu gözler önüne serer; bazıları, bu isteği yerine getirene küçümseyerek yaklaşır, sanki bu aşağılanma, ödülün kendisiymiş gibi.
Ciulla, kitabının Clean and Dirty Work bölümünde, tam da bu sahneleri aydınlatan fikirlerden söz eder. Antik Yunan’da, özellikle fiziksel emek yoluyla başkaları için çalışmak, saygı duyulan bir durum olarak görülmezdi. Aristoteles’e göre sanatçılar ve emekçiler vatandaş olarak bile kabul edilmemeliydi; tek sorumlulukları topluma hizmet etmekti. Bu bir özgürlükten değil, zorunluluktan kaynaklanan bir görevdi (Ciulla, 2000, s. 38). Aradan iki bin yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen, bu görüşlerin günümüzde hâlâ etkisini sürdürdüğünü fark etmemek mümkün değil. Kadim bir şarkının melodisi, kulaklarda yankılanmayı sürdürür; tıpkı Hirayama’nın kız kardeşinden göremediği saygının sürüp gitmesi gibi. Ciulla (2000) devamında vurgular: “Aristoteles, Yunan heykel sanatının altın çağında yazıyor olmasına rağmen, heykeltıraşların vatandaş olması gerektiğini düşünmüyordu; çünkü heykel yapmak yoğun fiziksel emek gerektiriyordu” (s. 39). Bu, bir düşünceyi uyandırıyor; Antik Yunan heykelleri özenle yapılmış ve hem kendi çağında hem de günümüzde hayranlık uyandıran başyapıtlar olmasına rağmen, Aristoteles onların görkemini bizzat yaşamış ve deneyimlemiş biri olarak onları yaratanların kendi statüsüne veya değerine eşit olmaması gerektiğine inanıyordu. Çünkü her heykel, fiziksel emek – ter ve çaba – sonucu ortaya çıkıyordu. Bu çarpık bir düşünce tarzını açığa çıkarıyor: Sadece sanatçıyı takdir etmemekten öte, üretimin kendisine değil; onun nasıl üretildiğinde, sürecine karşı bir körlük.
Hirayama, belki de bu antik yaklaşımların modern çağdaki bir yansıması olarak, işine gösterdiği özende ne bir takdir ne de bir değer görür; yine de bu onu kendine yabancılaştırmaz. Nasıl bir insan olduğunu bilir; ne başkalarında ne de onların yargılarında kendini kaybeder. Yalnızca yaptığı işte kendini bulmakla yetinmez; aynı zamanda onu iyi yapmanın sessiz gururunda ve sevincinde kendini yeniden var eder. Belki de Hirayama için mutluluk, doğru bildiği yolu izlemekte yatar. İşine sadık kaldıkça, kendine de sadık kalmaktadır.
Sakin Bir Varoluş: Çalışma ve Boş Vakit Arasında
Hirayama’nın özünden şekillenen saf anlam, yaşamına derinlik katan sakin akış, yalnızca çalışmasından doğmaz. Onun sessizce kendisi oluşuna tanıklık ettiğimiz her anda, bizi biz yapanın yalnızca yapmak zorunda olduklarımız değil, bize ait zamanı nasıl geçirmeyi seçtiğimiz olduğunu fark ederiz. Hirayama işten döndüğünde ya da boş anlarında hep kitap okur. İşe gidip gelirken, çalışmadığı günlerde kasetçalarından müzik dinler. Bisikletiyle şehri dolaşır, ağaçları izler, onların fotoğraflarını çeker. Sevdiği lokantalarda, sevdiği yemekleri yer; tanıdık yüzlerin arasında huzurlu hisseder. Bütün bunları zamanı doldurmak için değil, onun içinde yaşamak ve tamamen kendi zamanına sahip olabilmek için yapar. Hirayama, kimsenin ondan bir şey beklemediği, zamanın tamamen ona ait olduğu bu anlarda kendini oluşturur. Sevgiyle yoğurduğu emeğin dingin ritminde, kendi benliği olarak tanıdığımız varlığını biçimlendirir.
Tıpkı Hirayama’yı onun çalışma biçiminden tanıdığımız gibi, boş zamanlarında ne yaptığı da karakterine dair değerli bir içgörü sunar. Aristoteles’e göre boş zaman, tatmin dolu bir yaşam sürmek için elzemdir. Ancak onun gözünde boş zaman, yalnızca serbest vakit ya da anlamsız geçirilen saatler değildir. Boş zaman, amaçsızca dinlenmek için değil; anlamlı uğraşlarla meşgul olunarak iç benliği beslemek için var olan anlardır. Aristoteles’e göre boş zaman, insanın varlığının en iyi yönünü pratiğe dökebileceği zamandır; düşünme, öğrenme ve yaratma yetisini geliştirmek, mutlak bilgelik ve kimliğin doğup şekillendiği alanı sunmaktır (Ciulla, 2000, ss. 6, 192). Aristoteles’in bu görüşü, hafta içini durmaksızın çalışarak geçiren ve hafta sonunu tamamen hiçbir şey yapmadan geçirmeyi isteyen biri için biraz anlaşılmaz gelebilir; ki bunu gerçekten anlayabilirim. Bazen en çok ihtiyaç duyulan şey; düşünmeden, öğrenmeden, üretmeden dinlenmektir; çünkü bu, ilerleyen zamanlarda daha sahici ve kalıcı bir ilhamın kaynağı olabilir. Sanırım bu mesele, başka bir yazıda derinlemesine incelenmeyi hak eder. Hirayama’ya geri dönecek olursak, boş zamanını dolduran etkinliklerin Aristoteles’in boş zaman kavramıyla paralellik gösterdiğini söyleyebiliriz. Neredeyse her gece uyumadan önce kitap okur; hafta sonlarını ise satırların arasında kaybolarak ve yeni kitaplar bulma heyecanıyla sahaflarda dolaşarak geçirir. Çektiği analog fotoğrafları bastırır; baskılar arasından saklamak istediklerini özenle seçer. Bunu, gördüklerini ve anlamlı bulduklarını ölümsüz kılmanın bir yolu olarak görür. Bitkilerine ince bir özen gösterir; bu, aslında her canlıya karşı duyduğu bağlılık ve sevginin yansımasıdır. İlginç olan şu ki, Aristoteles Hirayama’ya yaptığı işin niteliği sebebiyle yüksek bir değer atfetmeyebilirdi; fakat Hirayama’nın boş zamanını özenle ve bilinçli bir şekilde değerlendirme biçimini mutlaka takdir ederdi.
Filmin bir sahnesinde Hirayama’nın iş arkadaşı aniden işi bırakınca, Hirayama bir günde her zamankinin iki katı kadar tuvaleti temizlemek zorunda kalır. Bu yük onu yorar; dahası, sevdiği küçük ritüellere ayırdığı zamanı ve enerjiyi de ondan çalar. O gün, Hirayama işten sonra ne hamama gidebilir ne de en sevdiği lokantada sessizce yemeğini yiyebilme imkânı bulur. Gece eve döndüğünde ise yorgunluktan kitabını açmaya dahi fırsat bulamadan uyuyakalır. Bu sahneler, işine ayırdığı zaman ile kendine ayırdığı zaman arasındaki derin bağı usulca açığa çıkarır. Çalışmaya ayrılan saatler, dinlenmek için sakladığımız zamanların içine sızmaya başladığında kaybettiğimiz şey yalnızca zaman değildir; giderek kendimize vakit ayırma isteğimizi ve enerjimizi de yitirmeye başlarız. Bir anda, işimizi yapma biçimimiz ve ona yüklediğimiz anlam, kendimize ayırabildiğimiz zamanın sınırları içinde belirlenir. Sorumluluklarımızı yerine getirme biçimimiz, onları yapmadığımız anlarda nelerle beslendiğimize bağlıdır. Günün sonunda, insanın bütünüyle kendine ait olan bir zamana döneceğini bilmesi, yalnızca mutluluk vermez; aynı zamanda güçlü bir motivasyon da yaratır. Böylece, içtenlikle gerçekleştirilen bir işin dayanağı, üzerinde yükselebileceği bir zemin hâline gelir. Hirayama için işinden uzaklaşıp kitaplarına, müziğine, usulca ilerleyen akşamlarına adım atabilmek, ertesi gün işine yine aynı bağlılıkla dönmesini sağlar. Aynı zamanda, özenle çalışmış olmanın farkındalığı, ona boş zamanının tadını çıkarmak için imkân sunar.
Ciulla, Work that Calls bölümünde, bir zamanlar yalnızca yük olarak görülen ve Antik Yunan’da neredeyse lanet addedilen görevlerin, Protestan iş ahlakı bağlamında nasıl bir “çağrı/görev aşkı [calling]” haline dönüştüğünü irdeliyor. Protestan anlayışına göre, kişinin işi ne olursa olsun, kendi benliğini ve kurtuluşunu keşfetmesi, büyük ölçüde yaptığı iş aracılığıyla ve daha da önemlisi, o işe gösterdiği özen ve yaklaşımı sayesinde gerçekleşir. İş, kişinin karakterini keşfetmesi, şekillendirmesi ve ifade etmesi için bir araç hâline gelir. Çağrı düşüncesi, her türlü emeğin Tanrı tarafından emredildiği inancına dayanıyordu ve her birey, emeği ne kadar zahmetli veya az ödüllendirilmiş olursa olsun, kendi işinden anlam yaratabilme gücüne sahipti. Bir zamanlar tamamen kutsallık ve adanmışlıkla kök salmış olan çağrı kavramı, zamanla daha seküler bir kimlik kazanır. Fakat dinî bağlamından koparılsa da ruhsal değerini yitirmez, yapılan işte anlam bulmanın getirdiği manevi ve duygusal derinliği korur. Sonunda, çağrı kavramı “mesleğe [vocation]” dönüşür; artık Tanrı’nın önceden belirlediği yolu takip etmeye çalışmayız, aksine yolu kendimiz keşfeder ve kendi ellerimizle şekillendiririz (Ciulla, 2000, ss. 51–53). Hirayama için de durum benzerdir. Onun herhangi bir ilahi güce tutunduğuna dair elimizde hiçbir işaret yoktur; yine de öyleymiş gibi hissettirir. Çünkü işinde öylesine derin bir şekilde kendini bulur ki, bu sessiz adanmışlık neredeyse kutsala yaklaşır. Gün boyu kirli tuvaletleri temizlemek, karşılığında az kazanmak ve mütevazı, sessiz bir yaşam sürmek… Bunlar onun laneti değil, aksine onun kurtuluşu, çağrısı ve mesleğidir. Sanki özünün derinliklerinden doğan bir eğilimle, emeğine anlam işler. Hirayama için meslek, yalnızca emeğine kattığı anlamla sınırlı değildir; iş ile boş zamanı birbirine bağlayan o derin ilişki sayesinde, bütünüyle kendine ait olan zamanda da kendi varlığını biçimlendirir. Hirayama, kıvılcımını içinde taşır. O kıvılcımı alevlendiren ise hem yaptığı iş hem de çalışmak zorunda olmadığı anlarda yaptıklarıdır. Hirayama’yı olduğu kişi kılan – ve onu durmaksızın, sessizce ama ısrarla biçimlendirmeye de devam edecek olan – hem yapmakla yükümlü olduğu görevlerdir hem de özgürce şekillendirmeyi seçtiği anlardır. Sessiz fakat sarsılmaz bir yanıttır bu, iyi yaşanmış bir hayata dair.
Çağrının Ötesinde: Zaman, Boş Vakit ve Para
Bütün bu anlam yaratma çabasının ardında, bizi dünyaya bağlayan; ayak bileğimize vurulmuş bir pranga misali, gerçekliğin yerçekimine doğru çeken bir güç belirir: yaşamak için para kazanma zorunluluğu. Neşe bulmanın, anlam yaratmanın, boş zamanlarımızı diri tutmanın ve zamanın gerçekten bize aitmiş gibi akıp gitmesine izin vermenin yolu, para kazanmaktan geçer. Günümüz gerçekliğinde geçim sağlama zorunluluğu insan olmanın bir koşulu hâline gelmiştir; bu zorunluluk, kendimiz için yaratmayı umduğumuz her şeyle, işimizde bulduğumuz anlamla ve dinlenme zamanlarımızda elde ettiğimiz özgürlükle iç içe geçmiştir. Bu, Hirayama için de böyledir. Kazandığı para yalnızca hayatta kalmanın aracı değil, aynı zamanda bir anlam kaynağıdır; çünkü kazandığını kitaplara, kasetlere, analog fotoğraf makinesi için film rulolarına… kısacası ona huzur ve keyif veren şeylere de harcayacaktır. Bu huzur duygusu, çalışma sırasında zamanın parayla değiş tokuşu üzerinden oluşsa da öte yandan farklı bir zaman deneyimini de içinde taşır. Saatlerle ya da ücretle ölçülmeyen, bir nehrin akıntısı gibi akan; sonsuz ve sınırsız bir zamanın. İşini bitirdiğini ve saatlerin baskısı olmadan yapabileceği şeylere geri dönebileceğini bilmek, bir özgürlük duygusu yaratır. Çalışmanın sadece sonlu bir zaman dilimini kapladığını hatırlamak, güçlü bir motivasyon ve aynı zamanda saatin ötesindeki yaşamın vaadini sunar (Ciulla, 2000, s. 175-182).
Saatin ötesinde bir hayat. Hirayama için mesele yalnızca uzun saatleri özgürce biçimlendirmek değil; sahip olduğu zamanı, sonucunu düşünmeden, parçalarına ayırmadan, hiçbir şeyi tamamlama baskısı hissetmeden doldurmaktır. Rüzgârda salınan ağaçları seyrettiği kısa anlar, her gün yollarının kesiştiği yabancıların hayatlarından parçaları keşfetmesi, uyumadan önce okuduğu birkaç sayfa kitap; ona gerçekten yaşadığını hissettirir. Mesele bu anlara ne kadar zaman ayırdığı değildir; asıl olan, onların taşıdığı içtenlik ve onda uyandırdığı anlamdır. Saatin takip ettiği zamanın, temizlediği tuvaletlerin ya da kazandığı paranın ötesinde; sayılamayan, yalnızca yaşanabilen bir zaman vardır. Saatle ölçülemeyen, ama tümüyle ona ait olan anlar. Belki de Hirayama’nın çalışma biçiminin altında yatan neden budur; zamandan kaçmak değil, onu biçimlendirme özgürlüğüne sahip olmak. Kazandığı her kuruş, bir bakıma, tutkuyla yaptığı şeylerin sözünü taşır.
Tic-Tac-Toe: Bir Umut Olarak İş ve Sessizce Başkalarına Ulaşmak
Hirayama için, iş ve boş zaman arasındaki ilişki, zamanın farklı deneyimlerini de irdeledikten sonra, ilk bakışta basit bir değişim gibi görünebilir: yerine getirilen bir görev ve kazanılan bir ücret. Fakat Hirayama için bunun yalnızca hoşlanmadığı işe tahammül ederek hoşlandığı şeye – kendine ayırdığı zamana – ulaşmaktan çok daha derin bir şey olduğunu düşünüyorum. Boş vakitlerinde yaptığı şeylerin onun için büyük bir motivasyon kaynağı olduğunu kabul etsem de Hirayama, özgürlüğü için işine sadece “katlanıyor” izlenimi vermekten çok uzak bir karakterdir. Hirayama, işi yalnızca zahmetli bir yükümlülük olarak görmenin ötesine geçmiştir. Onun için çalışma artık sadece zamanı para için feda etmek değildir; işini yapma eyleminin kendisi, anlamlı bir şeye hayat verir. Hirayama, her sabah güne yeniden başlamak üzere şehre adım attığında, bedeninde umutla ışıldayan bir ruh taşır.
Bir tür umut vardır; sakince oyalanan, ne bir şeye, ne bir insana, ne de bir değişim vaadine bağlanan bir umut. Sessizdir; işini özenle yapmaktan, ona değer vermekten, kimse bakmazken bile ona hürmet etmekten doğar. Bu umut, kimi zaman en beklenmedik anlarda gelir; işine duyulan bu sessiz adanmışlığın, küçük bir eylemle, bir anlık özenle bile bir başkasına ulaştığını hissettiren duygudur.
Bir sahnede, Hirayama temizlediği tuvaletlerden birinde yarım kalmış bir Tic-Tac-Toe oyunu bulur. Kâğıdı neredeyse çöpe atacakken durur, tereddüt eder. Sıradaki hamleyi kendisi yapar ve kâğıdı bulduğu yere geri bırakır. Tam da bu sahne, bana Ciulla’nın (2000) sözlerini hatırlatıyor: “Bu anlamlı eylemler, insanların onları iyi niyetle yapmasından ötürü ayırt edicidir; insanlar bunu maaş karşılığında değil, kendi istekleriyle gerçekleştirirler. Doğaları gereği ödüllendiricidirler ve çoğu zaman beklenmedik anlarda ortaya çıkarlar. Böyle anlar hayatlara değer katar. Küçük iyiliklerle dolu bir yaşam, mutlaka her zaman mutlu bir yaşam değildir; ancak başkaları için bir iz bırakması onu anlamlı kılar. Ve böylesi anlardan yoksun bir hayata kıyasla, böyle anlarla dolu bir hayat muhtemelen çok daha huzurlu olur” (s. 226). Unutulmuş bir kâğıt, kim olduğu bilinmeyen yabancıyla paylaşılan bir amaç anına, bir bağa dönüşür. Sadece işine katlanmasını sağlayan bir araç değil; günü hayret, anlam ve umutla dolduran bir şeydir. İşinin ötesinde değil; içinden doğan, küçük bir mutluluk ışığıdır. Ciulla, William Morris’in ‘değerli iş’ vizyonundan yola çıkarak, işin ya ‘hayata ışık tutan’ ya da ‘hayatın yükü hâline gelen’ bir şey olabileceğini belirttiği görüşünü alıntılar. Morris’e göre fark, umudun varlığında veya yokluğundadır. Ona göre, insanları çalışmaya motive eden ve işin yapılmaya değer olmasını sağlayan şey umuttur (Ciulla, 2000, s. 66).
Bu, Hirayama’nın işine bakışını yansıtır; iş, onun günlerine hayat katan umudu bulduğu, değerli bir iştir. Hirayama gününü sessiz bir heyecan içinde geçirir, Tic-Tac-Toe oyununun devam edip etmediğini merak eder ve kalbinde o parıltıyı taşır. İşte bu saf umut, işine ve hayatına parlaklık katar; en ufak görevi bile anlamla aydınlatır. Belki de Hirayama’nın işi bu yüzden katlanılabilir değil, zarif bir hâl alır; çünkü değerini en çok, tamamen kendisinin idrak etmesinde taşır.
Sürüp Gitmek: Perfect Days
Hirayama, sahnelerin birinde yavaşça mırıldanır: “Sonra, sonradır; şimdi ise şimdi” (Wenders, 2023). Bu tek cümlenin, ilk başta sunduğundan çok daha fazlasını taşıdığına inanıyorum; film ilerledikçe, sözcükler anlamlarını ağır ağır açığa çıkarır. Şunu söyleyebilirim ki, şimdiyi gerçekten şimdi olarak görebilmek, zamanı parçalara ayırmadan bir bütün olarak kavrayabilmek, çalışmaya harcanan zamanın para kazanmaktan öte bir boyut içerdiğini kavramanın yoludur. Anın özünde olmak, şimdiki zamana adanmışlık, insanı sonuçlara değil; ağır ağır açılan sürecin kendisine bağlayan bir ritim hâline gelir. Boş zaman anlarından ve sevdiğimiz şeyleri yaparken duyulan saf mutluluktan büyük bir haz almayı da mümkün kılar. Bu yaklaşım, yalnızca “anı yaşamayı” aşar; insanların emeği, boş zamanları ve kimlikleri arasındaki garip ilişkiyi görünür kılar. Tuhaf olan, ayrı ayrı ele alabileceğimizi sandığımız bu kavramların gerçekte ne kadar iç içe geçtiğini fark etmektir; ama buna rağmen hep karmaşık, dağınık ve akışkan kalırlar. Tıpkı insanlar ve peşimizde sürüklediğimiz kaos gibi.
Sonuçta, sanırım, tıpkı Camus’un dediği gibi, insan Sisifos’u mutlu hayal etmek zorunda. Belki biz de Hirayama’yı aynı şekilde hayal etmeliyiz; mutlu ve her anını yaşayan biri olarak, günlük ritüelleriyle, işiyle, ufak zevkleriyle “sürüp giderek” yaşayan biri. Taşıdığı kayanın ağırlığını, ona verdiği değer sayesinde anlamlı kılan biri; yükü ne kadar ağır olursa olsun, günlerin hâlâ harika olabileceğini bilen biri.
Kaynaklar
- Ciulla, J. B. (2000). The working life: The promise and betrayal of modern work. Three Rivers Press.
- Wenders, W. (Director). (2023). Perfect Days [Film]. Master Mind Ltd.
Yorumlar ()